Toplumsal moralin en alt seviyede olduğu bir dönemden geçiyoruz. Şehit haberlerinin ardı arkası kesilmediği gibi, şehir merkezlerinde yaşanan bombalı saldırılar ve ortaya çıkan acı tablo, herkesi tedirgin ediyor. Eskişehir’de bile hemen her gün karşımıza çıkan her başıboş poşete şüpheyle bakıyor, akli melekesini yitirmiş herkesi canlı bomba zannedebiliyoruz. Sosyal medya sayesinde iyice abartılan kulaktan dolma bilgilerle kalabalık yerlerde rahat gezemiyor, hatta bazılarının sırf bir AVM’yi hedef aldığına çok emin olduğum dedikodular yüzünden hiç yoktan endişeler taşıyoruz içimizde.
Anlayacağınız o ki, sinirler gergin, moraller sıfır, tolerans tatile çıktı. Bunlar sadece Eskişehir’in değil ülkemizin ciddi sorunları. Tüm bunlara bir de yaşadığımız şehirde olup bitenleri ekleyince ve kişisel meselelerle kayıpları da katınca vay ki vay diyor âdemoğlu.
Üstelik yaşanan olumsuzluklara iyimser bir penceren bakmaya çalıştıkça üst üste çıkan irili ufaklı pek çok gelişme gereğinden daha da büyük sorunlar haline geliyor.
Öğrenci-polis gerginliği, trafik keşmekeşi, tuttuğunuz takımın formsuz bir dönem geçirmesi,
hastalıklar, maddi sıkıntılar ve üst üste gelen zamlar.
Hem yakından tanıyıp sevdiğiniz eşin dostun kayıpları, hem uzaktan sevdiğiniz üstatların dünyaya veda etmeleri hepsi ama hepsi biliyorum ki gereğinden daha çok etkiliyor bizi, daha da bunaltıyor, mutsuz, depresif insanlara çeviriyor.
Şöyle bir bakın çevrenize birbirine şaka yapan kaç kişi kaldı. Televizyon izlerken, maçlara giderken, dost meclislerinde sohbet ederken eskisi gibi zevk alabiliyor muyuz?
Kendimize ayırdığımız zamanlar eskisi gibi verimli geçiyor mu?
Koca yaz mevsimi gelip geçerken, geçen sene ki gibi çıkıp balkon keyfi yapabildiniz mi doya doya?
Kaç yeni arkadaş edindiniz, kaç yeni kitap okuyup, kaç yeni film izlediniz bu sene?
Sayısı değil de karşılaştırması önemli, geride kalan senelerle.
Çünkü içimizde hissettirmeyen bizi saran toplumsal buhran artık bazı gerçekleri en net şekliyle vuruyor yüzümüze ve silkelenme vaktinin geldiğini çığlık çığlığa bağırıyor.
Yaşamak diyor nefes alıp vermek değil, nefesimizin kaç kere kesildiğinden ibarettir.
Bizlerse yaşamak için gittikçe daha çok çalışmaya, daha sağlıksız koşulları göze almaya, daha çok aile bireyi çalıştırmaya ve bir araya geldiğimiz tüm mutlu zamanları mecburen harcamaya başladık. Geriye yaşam zamanı kalmadığını unutarak çok zaman…
Gelin her çocuğun adını umut koyamasak da her çocuğa umut verelim yeni haftayla birlikte. Endişe ve korkulara sünger çekip inadına iyimser hayaller kuralım. Üzüntülerimizden doğan nefreti masumlara yöneltmeyelim, sorulacak hesapları unutmak yerine o hesabı vermek için karşımıza çıkacak asıl sahiplerine saklayalım.
Kendimize gelelim, kendimiz olalım ve bunu başarmak için ne gerekiyorsa yapalım.
Ama önce düşünelim… nereden nereye geldiğimizi ve nereye gitmek istediğimizi?