Eskişehir'i sarsan Ayşe Tuba Arslan cinayetinde suçlu bulunan Yalçın Özalpay'ın karara itiraz ettiğini öğrendik.
Eskişehir'i sarsan Ayşe Tuba Arslan cinayetinde suçlu bulunan Yalçın Özalpay'ın karara itiraz ettiğini öğrendik. Sokak ortasında satırla karısını dilim dilim doğrayan Yalçın Özalpay'ın katil olduğuna ilişkin en küçük bir şüphe bile bulunmuyordu zaten. Buna göre mahkeme "canavarca hisle ve eziyet çektirerek ve kasten" öldürme suçundan dolayı ağırlaştırılmış ömür boyu hapis cezasına hükmetmişti. Ancak bir üst mahkemenin savcılık makamı, dosyayı mütalaa ederek ve haksız tahrik altında olduğunu düşünerek takilin "Haksız tahrik altında tasarlayarak kasten öldürme" suçundan cezalandırılmasını istemiş. Kamu adına iddialarda bulunan savcılık makamına da, karar alan yargıçlarımıza da saygımız sonsuz. Bizler dosyaların ayrıntıların bilmeden ve oturduğumuz yerden ahkam kesmemeliyiz. Hele ki biz gazeteciler, "Adalet yerini bulmadı, katilin yaptığı yanına kâr kaldı" tarzı haberlerin cazibesine kendimizi pek kolay kaptırırız. Elbette toplumun hislerine ve tepkilerine tercüman olacağız. Ancak bunu yaparken kendimizi savcı veya mahkeme yerine koyamayız. Bunları unutmamak lazım. Öte yandan bu ülkede "namus" adı altında çokça kadın cinayeti işlendiğini de unutmamalıyız. Nitekim katiller erkek oldukları zaman, "Karım beni aldatıyordu, namusumu temizledim" ifadelerinde bulunarak kendilerini korumaya çalışıyorlar. Ben katil Yalçın Özalpay'ın gerçekten de hastalıklı bir namus kavramı olduğuna inanırım. Ancak bu durum cinayeti haklı çıkartmaz. Cinayet için de haksız tahrik olarak sayılamaz. Ayrıca bir kadın, (Merhume Ayşe Tuba Arslan'dan bahsetmiyorum) gerçekten de kocasını aldatmış olabilir. Kadının kocasını veya kocanın karısını aldatması hem kanunlarımızda, hem de toplum nazarında suçtur elbette. Ancak cinayeti geçtim, şiddeti bile haklı çıkartmaz. Üstelik Ayşe Tuba Arslan cinayetinde bir kocanın aldatıldığını öğrenip aniden öfkelenmesi ve o öfkeyle kontrolünü kaybetmesi gibi bir durum da söz konusu olamaz. Çünkü kadın kocasından ayrılalı çok uzun bir süre olmuş. Yalçın Özalpay; Ayşe Tuba Arslan'ı o kadar çok tehdit etmiş ki, kadın tam 23 defa devletimize dilekçeler vererek korunma istemiş. Velhasılı kelam "Namus" kavramını cinayetlerin ve canavarca hislerin mazereti olarak görmemeliyiz.
Barajlarımız kurudu
Merkeze yalnızca 22 kilometre uzakta bulunan Keskin Barajı'nda kuraklığın etkilerinin net bir şekilde görülüyor. Sadece bu sene değil, geçen sene ve evvelki senede de yağış miktarları yeterli olmamıştı. Böyle olunca barajlarda tuttuğumuz su da giderek azalmaya başladı. Şimdi öyle bir noktaya geldik ki, mayıs ayının ortasında tarlalardaki buğdaylar sararıyor. Keskin Barajı da gösteriyor ki, önümüzde sağlam bir kuraklık var. Bizim böyle bir kuraklığa karşı şimdiden hazırlıklı olmamız lazım. Tabii "Hazırlıklı olmak lazım" diyoruz da kime diyoruz? Bizim sözlerimiz, "Bunlaaaar felaket tellalı bunlaaaar!.." diye susturuluyor. Ne zaman iktidarı uyarsak vatana ihanetle suçlanıyoruz. İktidar cenahı istiyor ki halka mütemadiyen her şey yolundaymış gibi masallar anlatalım, yalanlar söyleyelim. Çok büyük bir kuraklık geliyor. Seneye öyle bir kriz yaşayabiliriz ki, koronavirüs krizi solda sıfır kalabilir. Yaşanan kuraklıktan dolayı iktidarın en küçük bir suçu bile bulunmuyor elbette. Ancak bağıra bağıra gelen bir tehlikeye karşı, kılını bile kıpırdatmamak suçtur. Görüyoruz ki uyarılarımız her zaman olduğu gibi kulak arkası ediliyor. Hükûmetin derhal kuraklığa karşı tedbir alması lazım. Ancak "Kanal İstanbul" rant projeleriyle uğraşıyor hazretler...
Atatürk'e bir saldırı daha...
Ayasofya Camii'nde gerçekleştirilen ve Cumhurbaşkanının da katıldığı bir etkinlikte Atatürk'e hakaretler ve lanetler yağdırıldı. Hatırlayacaksınız daha önce de milyonluk mercedeslerde gezen Ali Erbaş, elindeki kılıcı sallayarak "Bizim inancımızda vakıf malı dokunulmazdır, dokunanı yakar! Vakfedenin şartını çiğneyen lanete uğrar" ifadelerinde bulunmuştu. Ki orada da Sayın Cumhurbaşkanı yanında ortanca ortak Devlet Bahçeli ile hazır ve nazır bulunuyordu. Şimdi de aynı camide bir başka şahıs, yine Cumhurbaşkanımızın bulunduğu bir ortamda ucu açıkça Atatürk'e giden bir dizi hakaretamiz kelimelerde bulundu. Bu sözde imam Mustafa Demirkan öyle sözler sarf etti ki, buna AK Partililer bile tepki göstermek zorunda kaldı. Tabii "AK Partililer tepki gösterdi" derken abartmayalım. Tepkileri daha ziyade, "Seni gidi seni" diyerek burnuna küçük bir fiske atmak sertliğindeydi. Mesela AK Parti'nin Sözcüsü Ömer Çelik, İstanbul'daki cami ve mescitleri kurtaran kişi olduğunu belirterek Atatürk'ü ne kadar sevdiklerini belirtti. Bazıları bu açıklamaları yetersiz bulmuş olabilir elbette. Ancak "Buna da şükür" diyelim. Mesela iktidarın ortanca ortağından bir ses gelmedi. Yine küçük ortak Doğu Perinçek tek kelime etmedi. Her neyse... Sonuç olarak her geçen gün Atatürk'e daha ağır hakaretler ve hatta küfürler edildiğini görüyoruz. İktidar partisinden de, ortanca ve küçük ortaklarından da bu konuda doyurucu bir tepki alamıyoruz. Hatta hiç tepki alamıyoruz.