Geçen haftaki yazımın devamını gönderecektim bu hafta, ama gönderemedim. Yine yeni bir depremin acısı bağrımızda, yazacak başka sözlerim var bu hafta.
Geçen haftaki yazımın devamını gönderecektim bu hafta, ama gönderemedim. Yine yeni bir depremin acısı bağrımızda, yazacak başka sözlerim var bu hafta.
Ne çok deprem oluyor… Öyle ya, ülkemizin kaderi bu. Ama unutulmaması gereken şeyi unuttuğumuzda, depremler afetlere ve büyük acılara dönüşüyor. Depremler olur, binalar ayakta durur. Mühendislik bunu sağlar, ama öncesinde yerleşim için doğru yerler seçmek lazım. Eğer başka alternatif yoksa ve riskli bir yerde kurmanız gerekiyorsa yerleşimleri, işte o zaman yüksek maliyet kaygısı taşımadan, gerekli mühendislik çözümleriyle yaparsın yapılarını. Zaten mühendislik de bunun için var. Eğer uygun olmayan zeminde, uygun olmayan şekilde yapı inşa edersen, işte o zaman o yapı yıkılır. Bile bile, bir bedene üç beden küçük elbise diker misin? Dikmezsin, çünkü bilirsin ki, o bedene o elbise girdiğinde, ilk ters harekette o elbise bir yerden yırtılır. O zaman bunu neden hala anlamıyorsun. Yapacağın şey çok basit. Yerin özelliklerini, yani yapının inşa edileceği bedeni iyi anlamak, ona göre tasarım ve mühendislik çözümlerini üretmek; bunu yaparken de kolayına ya da ucuzuna kaçmamak. İşte böyle yaparsan, ne çevreyi tehdit edersin, ne de çevre seni afetlerle tehdit eder. Yeri anla ve ona göre yap… Ama yok… Biz, ne yazık ki deprem ülkesinde olmamıza rağmen, hala bu basit kuralı anlayamadık. Nasılsa bir şey olmaz diye yaptığımız yapılarda onlarca canımızı kaybettik.
Cuma günü yaşanan İzmir yakınlarındaki depremde bir yapının yıkılması beklenmez. Ama tabloya bakın. Ülkemizin en büyük şehirlerinden birinde yıkılan, ağır hasar gören onlarca bina, yitirilen onlarca can ve parçalanan binlerce hayat. Bu deprem benim de zaman zaman tedbirli ve hazırlıklı olunması gerektiği konusunda uyardığım büyük İzmir depremi bile değildi üstelik. Ama neden yıkıldı bu binalar derseniz, yanıt çok basit. Uygun olmayan zeminde, niteliksiz yapılmış inşaatlar nedeniyle. Alüvyon zeminde o yapıları yapman çok mu gerekiyordu? Buradaki tarım alanlarını kim imara açtı? Peki, oldu ki açtın… Bu alüvyon – eski dere yatağı-bataklık zeminde yapılmak istenen yapılar mühendislik çözümleri açısından uygun olmamasına rağmen nasıl ruhsat verildi? Kim bu binaların mühendislik tasarımlarını yaptı? İnşaatların fenni mesulü kimdi? Kim denetledi?
Bu bölgede yapılan ilk binalardan biri, Rıza bey Apartmanı, 1994 yılında yapılmış ve şimdi bu yapıdan geriye kalan büyük bir enkaz. 2000 yılına kadar bölgede Rıza Bey Apartmanıyla birlikte tarım alanlarının ortasında sadece birkaç bina varmış. Ondan sonrasında yapılar mantar gibi yükselmiş. Sonuç? Sonuç, uygun olmayan zeminde, uygun olmayan yapım teknikleri nedeniyle yıkılan ve ağır hasar gören onlarca bina, daha kötüsü bir sonraki depreme kadar içinde oturulacak ve bu depremde hasar gördüğü için yıkılacak başka onlarca bina. Hep aynı hikaye. Depremin simge binası olarak aklımızda kalacak o devasa kütleli Rıza Bey Apartmanındaki gibi. Yapı 1994 yılında inşa edilmiş, 1999 depreminde hasar gördüğü için onarılmış ve o günden beri yeni bir sarsıntıyı bekleyen bir tuzak. Bu yılın başında Elazığ depremi sonrasında yazdığım satırlar geldi aklıma… Yer farklı, zihniyet aynı. Orada Mavi Göl Apartmanı, burada Rıza bey apartmanı. Kötü zeminde inşa edilmiş, daha önce de depremde hasar görmüş ve onarıldıktan sonra tekrar yerleşilmiş. Dedim ya… Yer farklı, zihniyet aynı… Orada enkazdan sağ olarak çıkarıldıktan sonra evlatlarından birinin hayatını kaybetmesiyle yüreğimizde hissettiğimiz Dişli ailesinin acısı, burada Rıza Bey Apartmanı enkazında 4 çocuğu bulunan annenin,"Yavrularım orada susuz. Güneş doğmadı bugün yavrularımın üstüne" feryadı. Ocak ayında yazdığım yazıda sorduğum gibi…
Ya o aile, senin ailen olsaydı?
“Elazığ, 6.8, inşallah can kaybı yoktur”. “İnşallah can kaybı yoktur” diye dilesek de, hemen ardından gelen görüntülere bakınca, bu olasılığın düşük olduğunu fark ettim. Ben hep şöyle yaparım; “benim de başıma gelebilirdi, o babanın yerinde ben de olabilirdim” ve bir daha olmaması, yaşanmaması için var gücümle sesimi duyurmaya, bilinç oluşturmaya, yaşanmamasının yollarını ortaya koymaya çalışırım. Cumartesi günü sabah erken saatlerde Gezin mahallesi Mavi Göl Apartmanı enkazı altında kalan Dişli ailesinin kurtarılması çalışmalarını, sesimi yeterince duyuramamış olmanın üzüntüsü ve gözlerimden süzülmesine engel olamadığım yaşlarla izlerken, “böyle bir zeminde dört katlı bina, üstelik daha önce hasarlı olduğu konusunda bilgiler olduğu söyleniyor, bugüne kadarki ölümlerden bile ders çıkaramadıysak, nasıl ders çıkaracağız?” diye aklımdan geçiriyordum. O zemine dört katlı değil, belki 40 katlı bina da yapılabilir, ama gerekli mühendislik çalışmaları yapılarak. Hem az para harcayayım, mühendislik çalışmalarını yapamayayım diyeceksin, hem de depremle karşılaşması kesin olan bir yapıyı, bu zemine gerekli hiçbir mühendislik hizmetini almadan inşa edeceksin. İşte demek istediğim tam olarak bu… Bu kader değil… Dişli ailesinin üç bireyi; baba, altı aylık hamile eşi ve 12 yaşındaki oğulları enkazdan sağ olarak çıkarıldı. Ama ne yazık ki gün içinde o güzel çocuğun, tüm çabalara rağmen kurtarılamadığı haberi geldi… O aile, biz de, siz de olabilirdiniz işte… İşte bu bilinçle yapmak lazım yaptığın her şeyi. Merkezi ya da yerel yönetimde karar verici bir devlet kademesinde misin? Bunu düşün… Bu işi projelendiren kişilerden misin? Bunu düşün… Uygulayan ya da yaptıran kişilerden, mühendislerden, ustalardan kalfalardan, çıraklardan mısın? Bunu düşün? Akademide süreçte görev alan onlarca farklı meslek disiplini mensubunu; mühendis, mimar, plancıları ve diğerlerini yetiştiren, deprem mühendisliği, inşaat mühendisliği, jeoloji, jeofizik mühendisliği, mimarlık ve planlama gibi alanlarda bilimsel çalışmalar yapan hocalardan mısın? Bunu düşün. Yapı kontrol sürecinde çalışan biri misin? Bunu düşün. Mesleki denetim mi yapanlardan mısın? Bunu düşün… Allah aşkına artık bunca acılardan bir ders al ve bir düşün… Ya o aile, benim ailem olsaydı… Geçtiğimiz bin yılın sonunda Dünyadaki yüzyılın can ve mal kaybı açısından en büyük afetlerinden birini yaşadık; Marmara Depremini. Ama yeterince ders çıkardık mı derseniz, cevap konusunda emin değilim. O dönemde depremin etkilerine en fazla şahit olunabilen yerlerden birinde, TUBİTAK Marmara Araştırma Merkezi, Gebze’de görev yapıyordum. Deprem, geçen 20 yıla rağmen, deprem sonrası yaşanmış insan hikayeleri aklıma geldikçe, hala gözlerimden süzülen yaşlara engel olamadığım kadar anılarımda taze. Ne çok acı yaşandı, çıkarılması gereken ne çok ders vardı oysa… İnsanoğlu ne yazık ki böyle ama… Acılardan ile ders çıkaramayacak kadar bana neci, ben merkezli… Oysa ki deprem sonrası enkaza dönüşen şehirler gözlerimin önünde, enkaz altında kalanları kurtarabilmek, onlara tekrar nefes olabilmek için duyurulmaya çalışılan o ses, “sesimi duyan var mı” Benim kulaklarımda çınlıyor hala. Peki yeniden olacak mı? Ülkemizi değerlendirdiğimizde, ülkemiz hem depremlerin olma olasılığı, hem de yeterince hazırlıklı olmayan toplum ve yerleşim alanlarımız nedeniyle yüksek maruziyet riski taşımaktadır. Yani kısaca olacak mı sorusunun yanıtı “olacak”. Bilim bize olacağını söylüyor. Peki ya bu acılar, yeniden yaşanmak zorunda mı? Değil... 1000 yılın sonunda yaşanan yüzyılın en büyük afeti... İnsan ömrüyle kıyasladığında kocaman bin yıl. Modern bilimin şekillendiği, tarih diye bize öğretilen neredeyse herşeyin yaşandığı bin yıl. Ama dört küsur milyon yaşındaki bir gezegen için sadece bin yılcık... Anlatmaya kalksan, anlatamazsın, anlamaya kalksan anlayamazsın... Ama idrak etmesi çok kolay bir şeyi anlatıyor bize aslında. Bu dünyanın merkezinde değiliz, ne en güçlüyüz, ne de en akıllı... Yapmamız gereken tek şey üzerinde yaşadığımız gezegeni anlamak ve ona uyum sağlamak... Hepsi bu... İşte ben buna “dirençlilik” diyorum.”
Hala ülkemizde başka birçok insanla birlikte, biz, Eskişehir Teknik Üniversitesinde bir grup insan, sesimi duyan var mı sorusuna, biz varız diyenlerin sayısının artması için uğraşıyoruz. Bu yüzden Eskişehir Teknik Üniversitesi olarak daha 20 gün önce Uluslararası Afet ve Dirençlilik Kongresinin ikincisi gerçekleştirdik. İşte Marmara depreminden bu yana sesini duyurmaya adanmış, onlarca yılın ardından bu yıl yaşanmış Elazığ, Malatya, İzmir depremleri gösteriyor ki, hala sesimizi duyurmamız gereken çok fazla insan var… Bu açık bir çağrıdır. Sesimi duyan var mı?” Eğer siz de bu sese kayıtsız kalmak istemeyenlerdenseniz, sizi de bekleriz... Bizler seslenmeye devam edeceğiz, ama sizler de duyun artık bu sesi… Sırada belki de büyük İzmir depremi, büyük İstanbul depremi, büyük Eskişehir depremi var… Sesimizi duy, hazır ol Türkiye…