Geçtiğimiz Cumartesi günü 17 Ağustos depreminin yirminci yılıydı. O gün yaşanan, Cumhuriyet tarihinin en büyük afetiydi. Peki daha büyük afetler yaşanacak mı?
Geçtiğimiz Cumartesi günü 17 Ağustos depreminin yirminci yılıydı. O gün yaşanan, Cumhuriyet tarihinin en büyük afetiydi. Peki daha büyük afetler yaşanacak mı? Yaşadıklarımızdan dersler çıkartmaz ve unutursak, evet. Zira yaşadığımız coğrafya bize bunu gösteriyor. Bu coğrafyada tarih boyunca büyük depremler meydana getirmiş olan ve yakın gelecekte de yeni depremlere neden olacağı tahmin edilen fay hatları bulunmaktadır. Ayrıca Girit Adası’nın güneyinden geçerek Antalya ve Kıbrıs’a kadar uzanan Akdeniz ve Ege Bölgesi’ndeki Helenik dalma-batma zonu da ülkedeki sismik hareketliliği tetiklemektedir. Coğrafi konumu nedeniyle ülkemizde Kuzeybatı, Batı ve Güney Anadolu kadar Kuzey ve Doğu Anadolu’da da 7 ve hatta daha üzerindeki büyüklüklerde depremlerin meydana geleceği tahmin edilmektedir. Yani deprem ülkemizin gerçeğidir ve içinde yer aldığımız coğrafya deprem oluşma olasılığı yüksek bir coğrafyadır. Ancak maruziyet, yani o bölgede yaşayan insanların depremlerden etkilenme durumu, sadece oluşma olasılığına bağlı değil, ayrıca yerleşim yerlerinizin ve toplumun afete ne kadar hazırlıklı olduğuyla ilgilidir. Büyük Marmara Depremi bize 20 yıl önce ne kadar hazırlıksız olduğumuzu ve maruziyet riskimizin ne kadar yüksek olduğunu çok acı bir şekilde gösterdi.
Büyük Marmara Depremi’nin olduğu 1999 yılında Gebze’de TUBİTAK Marmara Araştırma Merkezi Bilişim Teknolojileri Araştırma Enstitüsünde görev yapıyordum. O tarihte çalıştığım Enstitü, Körfez’in üstünde bir yamaçta yer alır ve neredeyse Körfez’in en güzel manzarasına sahip yerlerinden biridir. Çalışmaya başladığım dönemde, izlemekten çok keyif aldığım bir manzaraya sahipti. Hemen yamacın altında Eskihisar Feribot İskelesi ve körfez boyunca bir kıyıdan karşı kıyıya gidip gelen feribotlar, bulunduğumuz yamacın karşı kıyılarında ise Değirmendere, Gölcük, Yalova gibi yerleşim yerleri yer alıyordu. İşte 17 Ağustos 1999 sonrası o manzaraya bakmak hiç keyif vermedi. Sadece acı verdi bana ve benim gibi pek çok insana. Görmeye alışık olduğum manzara değildi karşı kıyılarda gördüğüm, karşı kıyılar değişmişti. On binlerce kişinin yaşadığı yerler deprem sonrası deniz tarafından geri alınmıştı. Ben o gece çok şanslıydım; o sene doktora sonrası araştırmalar yapmak üzere ABD’ye gideceğim için iznimi bir hafta uzatmıştım ve iznimi uzattığım haftanın başında deprem oldu. Belki iznimi uzatmamış olsaydım, ben de enkaz altında kalabilirdim. Aslında o gece on binlerce insanımızı hatalarımıza mahkum ettik. Bu, benim akademik görüşümü, akademik ve mesleki çalışmalarımı şekillendiren en önemli dersleri çıkarmamı sağladı. Bu derslerden biri gezegenimizi ve onu oluşturan sistemleri anlamaya çalışmak ve bunlarla uyumlu olmak... Deprem sonrası dönemde bu yaklaşımın gerekliliğini en iyi özetleyen değerlendirmeyi, geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz mimar, antropolog, eleştirmen ve yazar Prof.Dr.Bozkurt Güvenç hoca yapmıştı. Bozkurt hocanın 17 Ağustos depremi sonrası tespiti “Japonların kültürlerindeki doğaya saygı anlayışları nedeniyle inşa ettikleri yapıların depremlerde doğaya uyumlu şekilde sallanmasını hedefledikleri, o yüzden depremler olduğunda yapıların doğaya uyumlu şekilde davranış gösterip, yıkılmadığını, Amerikalıların kültürlerindeki doğaya hükmetme arzuları nedeniyle, doğaya meydan okuyacak kadar güçlü ve sağlam yapılar inşa ettikleri, o sağlam yapıların da depremlerden etkilenmediği, bizim ise nedense her şeyi Allah’a emanet edip, güvensiz yapılar inşa ettiğimizi, o yüzden depremlerin böylesi ağır hasarlar verdiği” şeklindeydi... Bunu yıllar önce de yazmıştım; tabii ki Allah’a da emanet etmeli, ancak önce aklımızı kullanarak yer seçimi yapmamız, doğru inşaat teknikleri kullanmamız gerekiyor. Arazim değerlenecek ya da inşaatta bazı konuları göz ardı edersem biraz daha tasarruf edeceğim kaygısını bir kenara bırakmamız da gerekiyor. Kar etmek için, rant sağlamak için uygun olmayan zeminlerde, uygun olmayan tekniklerle inşa edilen o yapılarda yitirilen canların hesabını da, Allah soracak çünkü. Benim deprem sonrasında öğrendiğim şey, bilimimizin en temel görevi, bu gezegeni ve gezegenimizi oluşturan sistemleri anlamaya çalışmak. Bu konuda benim de dahil olduğum mekânsal planlama ve tasarım faaliyetlerinin önemli bir sorumluluk üstlendiğini unutmamak gerekiyor. Mekansal planlama ve tasarım sürecinde görev alan kişilerin öncelikle yapmaları gereken şey, gezegenimizi ve onu oluşturan sistemleri anlayarak faaliyetlerimizi sürdürmeye yönelik kararlar ortaya koymaya çalışmak ve bu kararlarda gezegenimize ve onu oluşturan sistemlere uyumlu olmak. Gezegenimiz ve onu oluşturan sistemler, bize ne yapmamız gerektiği ya da ne yapmamamız gerektiği konusunda yol gösterici oluyor. Yeter ki gözle, incele, anla ve muhakeme et. Aksi halde afetlerde ortaya çıkan can ve mal kayıplarının sorumlusu biziz, çünkü çevremizi anlamadan yaptığımız müdahaleler ve kalkınma çabamız, çevreyi onu anlamadan ve onunla uyumlu olmadan şekillendirme çabamız, yanlış yer seçimlerimiz ve tercihlerimiz, doğa olaylarını afete çeviriyor, yaşamlarımızı, yaşam alanlarımızı, yaşam kalitemizi diğer yandan sürdürülebilir şekilde kalkınmamızı da tehdit ediyor. İçinde yer aldığım KKTC’de yapılan bir planlama çalışmasının halka katılım toplantısında KKTC İçişleri Bakanı Sayın Ayşegül Baybars planlama çalışmalarının hedefini “mutluluğu adil paylaşmak” sözleriyle çok güzel özetledi bana göre. İşte mutluluğu adil paylaşmak için de aslında gezegenimizi iyi anlamamız ve gelecek nesillerin de ihtiyaçlarını göz ardı etmeksizin doğru ve gezegenimize uyumlu şekilde kalkınmaya çalışmamız gerekiyor.
Bu yıl içinde geçtiğimiz Haziran ayında Eskişehir Teknik Üniversitesi, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi ve Anadolu Üniversitesi olarak ev sahipliğini yaptığımız Uluslararası Afet ve Dirençlilik Kongresinde bunun yollarını ortaya koyan pek çok bilimsel çalışma yer aldı. Bir önceki yıl yine bizim ev sahipliğimizde Eskişehir’de dördüncüsü yapılmış olan 5. Uluslararası Deprem Mühendisliği ve Sismoloji Konferansı, Orta Doğu Teknik Üniversitesi ev sahipliğinde 8–11 Ekim 2019’da ODTÜ Kültür ve Kongre Merkezi’nde Ankara’da gerçekleştirilecek. Bu konferansın da depremleri daha iyi anlamamızı sağlayacak ve dirençliliğimizi artıracak pek çok bilimsel çalışmaya ev sahipliği yapacağına şüphem yok.
Aslında bize düşen şansa değil, akla, bilime, mühendisliğe ve sağduyuya güvenmek. Gezegenimizi ve onu oluşturan sistemleri anlamak ve gezegenimize rağmen değil, onunla uyumlu şekilde gelişmemizi, yerleşimlerimizi ve tüm faaliyetlerimizi planlamak ve şekillendirmek. İşte o zaman gerçekten 17 Ağustos Depremini unutmamış olduğumuzu gerçekten göstermiş oluruz. Sürekli unutup, dersler çıkarmamamız ve sürekli tekrarladığımız hatalarımız nedeniyle afetlerde hayatını kaybetmiş olan yüz binlerce insanımıza Allah’tan rahmet, yakınlarına sabır temenni ediyor, dirençliliği artırılmış bir toplumda mutluluğun adil paylaşılabildiği bir gelecek diliyorum.