Anayasa’nın 2’nci maddesinde şu yazıyor: "Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.”
Anayasa’nın 2’nci maddesinde şu yazıyor: "Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.”
*
5’inci maddesinde ise şu: “Devletin temel amaç ve görevleri, Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddî ve manevî varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır.”
*
Şimdi ne alakası var, “bu maddeleri niçin paylaştın” diye sorabilirsiniz.
Haklısınız.
Anlatayım…
*
10 Mart’tan bu yana, uluslararası bir salgın haline gelen Covid-19 virüsüyle mücadele ediyoruz.
En başta şunu belirtmek isterim: Virüsün etkisi, Türkiye’de geç görüldü. Bunda, Sağlık Bakanlığı’nın aldığı yerinde tedbirlerin katkısı olduğunu düşünüyorum.
Mücadele, bazı noktalarda hatalar olsa da, şu an için iyi gidiyor denebilir.
*
Ancak şu an için…
Niye?
Bir defa, süreci, yalnızca Sağlık Bakanlığı ile Bilim Kurulu yönetmiyor.
Sağlık Bakanlığı ile Bilim Kurulu, yapılması gerekenleri kararlaştırıyor.
Cumhurbaşkanlığı ise alınabilecek tedbirlere, oluşabilecek ekonomik, siyasal, eğitimsel, sosyal ve kültürel sonuçları değerlendirerek karar veriyor.
Aslında dünyanın pek çok ülkesinde bu durum benzeşiyor.
Önceki yazılarımda da vurguladığım gibi, devletler, ekonomik vesaire alanlarda derin yaralar açılmaması için bir takım fedakarlıklarda bulunuyorlar.
Fedakarlıktan kastımı, anladığınızı düşünüyorum.
*
Her neyse…
*
“Mücadelemiz, şu an için iyi gidiyor” demiştim ya…
Niye, soru imini bir kez daha iliştirip devam edeyim.
Özellikle Sağlık Bakanı Fahrettin Koca canhıraş bir biçimde diyor ki: Lütfen evinizden dışarı çıkmayın.
Bunu niçin söylüyor?
Basit!
Dışarı ne kadar çıkarsak, virüsün bulaşma hızı o kadar artar.
Virüsün bulaşma hızı ne kadar artarsa, vaka ve vefat sayısı o kadar artar.
Vaka sayısı önü alınamaz hale gelirse, sağlık sistemimiz çöker ve bununla beraber vefat sayımız da bir hayli artar.
*
Ortada böyle bir gerçek var.
Sokağa çıkmamamız gerekiyor.
Fakat oldukça tehlikeli bir gerçek daha var.
Dışarıya çıkmak zorunda olanlar!
Milyonlarca insanımız çalışmak, evine ekmek götürmek durumunda.
Mesela maden işçileri; bırakın sosyal mesafeyi, maskeyi, eldiveni filan; sırt sırta çalışıyorlar, akan terleri birbirlerinin vücudunda dolaşıyor.
Mesela mevsimlik tarım işçileri; şu an Türkiye’nin dört bir yanına dağılmaya başladılar.
Yanı başımdan bir örnek size: Oturduğum evin tam karşı sokağında bir inşaat var; birçok işçi çalışıyor, aynı kaptan yemek yiyor!
Vesaire…
*
Bu koşullarda, virüsün bulaşma hızını asgari seviyeye indirmemiz mümkün mü?
Kesinlikle hayır!
*
Peki, çözüm ne?
Birçok ülkenin uygulamaya koyduğu sokağa çıkma yasağı!
Ya da, böyle bir ihtimal yoksa, bölgesel karantina uygulaması!
*
Ancak gelin görün ki, ülkemiz yöneticileri, bu iki kararı da ısrarla almıyorlar.
Nedeni açık.
Dillendirmeseler de, ekonomik kaygılar sebebiyle insanlara “sokağa çıkamazsınız, yasak” diyemiyorlar.
*
Çünkü sokağa çıkma yasağı geldiği an, devlet, her bir yurttaşının temel ihtiyaçlarını karşılamak zorunda.
*
Öte yandan…
Salgın yüzünden birçok işletme kepenk kapattı.
İşsiz sayımız katlandı.
İşini kaybetmeyenler ücretsiz izne çıkarıldı, yakında işten de çıkarılacaklar.
Çoğu kişi, aldığı maaşın yarısına ve tam zamanlı olarak çalıştırılmaya başlandı.
İŞKUR’un önünde kuyruklar oluştu; ancak İŞKUR sadece kayıt alabiliyor, iş bulamıyor.
Gibi, gibi…
*
E, devleti yönetenler, daha buna çözüm bulamamış, nasıl sokağa çıkma yasağı ilan edip yurttaşlarımızın temel ihtiyaçlarını karşılayabilecekler ki?
*
Ha, sermaye grupları için 100 milyar TL’lik bir paket açıklandı, ancak bu paketin patronların dişinin kovuğuna bile yetmediğini herkes görüyor.
Emekçi için, zaten hiçbir şey yok.
*
İşinden olmuş, ev kirasını ödeyecek.
İşinden olmuş, kredi masrafını ödeyecek.
İşinden olmuş, üniversitede okuyan evladının masrafını çekecek.
İşinden olmuş, elektrik ve doğalgaz faturası ödeyecek.
İşinden olmuş, evine ekmek götürecek.
İşinden olmuş, virüse karşı korunmak için tıbbi ve temizlik malzemeleri alacak.
*
Nasıl yapacak?
*
Bunca insanı kim düşünecek?
*
Bu soruyu sorarken bile kahroluyorum.
*
Devlet düşünecek, devlet…
Devleti yöneten, hükümet!
*
Ve bu noktada zorunluluğu da var.
*
Biz, kapitalist-emperyalist bir devlet değiliz!
İnsan onurunu önceleyen temelde kanunlarımız olan, “insanı yaşat ki devlet yaşasın” fikriyle yola çıkan bir devletiz.
*
O halde devleti yöneten hükümet, bu zorunluluğu yerine getirmek durumundadır.
O zorunluluk da, yazımın başında belirttiğim Anayasa’nın iki maddesi içerisinde yer almaktadır; 2’nci ve 5’inci maddelerde!
Türkiye Cumhuriyeti, sosyal devlettir; vatandaşlarının ekonomik refahını, huzur ve mutluluğunu korumak ve hatta geliştirmekle yükümlüdür.
Bunu da, millet adına devleti yöneten hükümetin yerine getirme zorunluluğu vardır.
*
Hele hele, “dünyanın en güçlü 20 ekonomisi içerisindeyiz” diyenler için, bunu ispatlamanın tam zamanıdır…
NOT: Kapitalist-emperyalist devletler olan ABD, İngiltere, Almanya, Fransa gibi devletler bile, sosyal devlet anlayışıyla hareket etmeye başladılar!