Güneşin peşinden koşmak…(3)

23 Haziran 2016 09:00
A
a
Sütiş Eskişehir
Duisburg, Ren ve Ruhr ırmaklarının birleştiği noktada yer alan ve beş yüz binin üzerinde nüfusu olan bir yerleşim bölgesi. Almanya'da Berlin, Köln ve Hamburg kentlerinden sonra, Türklerin en yoğun olduğu şehir…
Anlattıkları kadarı ile bir zamanlar madenciliğin en yoğun olduğu bölge. Fabrika bacaları zaten eski bir sanayi bölgesi olduğunun görsel kanıtı. Zamanla kapatılan maden ocaklarının azalması ile insanların bu bölgeden başka yerlere göç ettiği gözleniyor. Hani tabir caiz ise adım başı bir Türk’e denk gelmeniz olası burada(sayının altmış bin olduğu söyleniyor). Alışveriş merkezlerinin, restoranların, dükkânların Türkçe tabelalarda isimlerini okuduğumuzda acaba Türkiye’de miyim sorusunu sorduğumuz oluyor arada. Malum Avrupa Futbol Şampiyonasında oynayan takımlar arasında ülkemiz ulusal takımı yani Türkiye Milli Takımı da bulunuyor. Bu heyecana ortak olmak isteyen Duisburg’taki Türklerden evlerinin camlarını ve balkonlarını ay yıldızlı bayraklarımızla donatanlara tanık oluyoruz. Evlerinde konuk olduğumuz Mehmet ve Songül kardeşlerimiz bize kenti gezdirirken sıkça gördüğümüz bu manzara sonrasında şaşkınlığımızı gizleyemiyoruz. Üst üste iki yenilgi almamız vesilesi ile burada yaşayan gurbetçilerimiz buruk da olsalar coşkuyu elden bırakmak istemiyor. Bu ailelerden daha birilerinin evinde akşam yemeğine davet edildiğimizde sohbet sohbeti açıyor. Eğer Türkiye galip gelseydi şimdi yüzlerce araç kent içerisinde konvoyları oluşturup kutlamalara başlamıştık hocam diyor ev sahibi. İyi de burası da İsviçre gibi değil mi, yani korna yasağı ve gürültüye izin veriliyor mu diyorum kendisine. Kim dinler yasağı hocam biz Türk’üz diyor gururla!
Burada yaşayan Türklerin evlerinin balkonlarını bayraklarımızla donatması bize de gurur veriyor ama aynı işi Türkiye’de yaşayan bir Alman yapsaydı bu hoşgörüyü gösterir miydik diyorum? Mertçe yanıt veriyor; ne gezer hocam, Müslüman mahallesinde salyangoz satılmaz derdik ve anasından doğduğuna pişman ederdik valla…
İstanbul’da plakçı dükkânında müşterilerine ramazan günü konser izlettiren Koreli geliyor aklıma. Biz Osmanlı torunlarıyız ulan nidası ile içeriye dalan ve önüne gelene dayak atan aşağılık zobarların insanlık ayıbı geliyor. Bir kez daha batılı toplumlarla aramızdaki hoşgörü çıtasının seviyesini ölçme olanağı buluyorum böylelikle. Bu hoşgörü seviyesi bu kadarı ile de kalmıyor tabii. Merkez Camisi adı altında Türklerin kurduğu bir cami var bu yerleşim bölgesinde. Bu ibadethanede yıllarca görev yapmış bir tanıdık isim(Himmet Yanık Hoca) Duisburg’ta olduğumu sosyal medyadan öğrenince anında notunu iletiyor; Şinasi Hocam benim yıllarca görev yaptığım bu camiye de mutlaka uğra diyerek…
O sosyal medya nelere kadir buna bir kez daha yurt dışında tanık oluyorum tabii. Polatlı İstiklal Ortaokulundan öğrencim sevgili Aykut Güngören’de anında not iletiyor hemen. Eh be hocam Duisburg’tasın ve benim haberim yok öyle mi diyerek…
Aykut bir saat sonrası beni konuk olarak kaldığım evden almak üzere kapımıza dayanıyor. Sarmaş dolaşız aslan öğrencimle ağabey kardeş ve hatta baba oğul tadında. Göz pınarlarımızda biriken buğulanmaları çaktırmadan öteliyoruz delikanlılığa zeval gelmesin düşüncesi ile. Duisburg tiyatro binası yakınlarında bulunan hoş bir alanda Türk Kahvelerimizi yudumluyoruz. Ne mutlu bize ki “biz Hitlerin torunuyuz ulan” nidaları ile bize saldırmaya kalkan ne Alman, ne de oruç tutmadığımız için dayak atmaya kalkan Osmanlı yiğitlerine rastlamıyoruz burada! Aykut’um da Mustafa Kemal neferi, Cumhuriyet sevdalısı bir öğrencim. Gururla beni takip ettiğini söylese de ben aslında onunla gurur duyuyorum ve bunu yüzüne söylüyorum. “Senin eseriniz hocam” dediğinde de yüreğimde haz ile karışık bir duygu yine göz pınarlarımda buğuya dönüşüveriyor…
Aykut aracı ile bana kent turu yaptırırken birden gözüme anadan üryan bir heykel ilişiyor. Hocam çok bunlardan istersen birkaçının daha yanına gidelim diyor. Bana yetiyor birinin fotoğrafını çekmek. Muzur biçimde sırıtarak öğrencime şöyle söylüyorum; İzmir’deki çıplak heykeli kırmak için Erzurum’dan yola çıkan emmi bu fotoğrafı gördüğünde dur bakalım ne yapacak? Duisburg’a gelip elinde balyozla bunu da parçalama girişiminde bulunacak mı dediğimde “sıkar hocam” diyor sevgili öğrencim ve gülüşüyoruz…
Mehmet-Songül Gökduman çiftinin aracı ile Hollanda’ya yola koyulduğumuzda, üçüncü bir ülke daha görecek olmanın hazzı ile yollara düşüyoruz. Kaç kilometre uzaklıkta olduğunu bilmiyorum. Bildiğim tek şey iki saat yirmi dakika gibi bir süre sonunda kendimi Amsterdam’da buldum. Göz ucu ile arada hız göstergesine baktığımda 220’yi bulduğumuzda refleks olarak ben frenlere basmaya başladım tabii. Hani kalender halkımızın “çırpıyorlar ama yol da yapıyorlar” tekerlemesi ile sıkça övündüğü bir durum var ya? Keşke bir de oraları(otobanları-duble yolları) görüp bu nakaratı söyleyebilseler! Tıkır tıkır işleyen ve zerre aksamayan kuralları görseler…
Amsterdam gerçekten de baş döndüren bir Avrupa kenti. Başınızın dönmesi hem maddi hem manevi anlamda elbet! Kentin merkezi yerlerinde sıkça duyduğumuz bir koku sonrasında yârimle suratlarımızı buruşturarak birbirimize baktığımızı gören Mehmet Gökduman kardeşim tebessüm ederek kokunun nedenini özetledi; bildiğiniz uyuşturucu kokusu bu Şinasi Ağabey(maddenin adını yazmama gerek yok). Ayazda kalmış fakirin ekşimtrak osuruk kokusunu andıran iğrenç kokunun nedenini öğrendik ama bir de baktık ki bu maddeyi aleni satan mağazalar var! Çoluk çocuk nasıl korunuyor bu beladan diye sorup sorguladığımızda; bilinçlendirme ile yanıtını aldık kısacası…
Küçük gemi ile (tabii bu bizdeki gemiciklere benzemiyor) bir saati aşkın kanal gezisi sonrasında girdiğimiz restoran sahibi de Türk çıkınca AB’ye çoktan girdiğimizi söyleyip gülüştük. Müze dolu bu kentte, her adım başı. Bizimkiler inat etti Anne Frank müzesine gireceğiz diye. Hitler faşizminin zulmünden kaçıp iki yıl evinin sığınağında yaşayan ve her gün günlüğünde notlar alan bu genç kızın dramatik öyküsünü duymuştum. Ama yüzlerce metre uzunluğundaki kuyrukta saatlerce beklemek, girişteki fahiş ücret ve Yahudilerin günümüzdeki zalimliklerini düşünmem müzeye girmeme engel oldu. Her ne kadar kameralar karşısında İsrail’e rest çekip, iş realiteye geldiğinde diz çökenler olsa da ben protestomda tutarlı olmayı yeğledim...
Amsterdam deyince aklıma yüz binlerce bisiklet geliyor. Onlar için yapılmış özel bisiklet yollarında rüzgâr gibi giden on binlerce Grand tuvalet insan geliyor. Bu yığınla bisikleti sürenlere verilen olağanüstü ayrıcalıklar geliyor. Mutlu ve yarın kaygısı olmayan, demokrasiyi kanıksamış yaşam biçimi kılmış bir toplum geliyor. Kimsenin kimseye karışmadığı, insanların birbirlerinin özel hayatlarına burunlarını sokmadığı, kibirden arınmış insanlar geliyor…
Hasbelkader birkaç kez yurt dışına çıkma olanağım oldu. Ve her dönüşümde “taşına toprağına kurban olurum yurdum” demiştim daima. Bu kez, ilk kez, altmış yaşında bunu demek içimden gelmedi. Sanki benim YURDUM DEĞİLDİ kavuştuğum...
Şahin Erden Kuyumculuk
1000
icon

Henüz yorum yapılmadı,
İlk Yorum yapan siz olun...

Bu Eskişehir haberi ilginizi çekebilir! İlginç Eskişehir haberi