İnterlaken kasabası, çizgi film karakteri Heidi’nin yaşadığı muhteşem doğanın gerçek hali. Ahşaptan yapılmış evler, rengârenk ve mis gibi çiçek kokan sokaklar, yemyeşil alanlarda ineklerin otladığı ve dağların zirvelerinden şelalelerin döküldüğü bir cennet. Bu cennet doğa ile barışık insanlar sayesinde de yüzyıllardır korunmakta ve görünen o ki korunacak. Sevgili kardeşim Hilmi Ağgül (bacanak-enişte gibi kavramları hiç sevmediğimden kardeşim demek en güzel hitap ona) çok uzun yıllardır orada yaşam sürdürüyor. Turizm sektöründe emekçi ve tamamen uyum sağlamış, mutlu biçimde yaşam sürdürüyor sevgili Ayşegül ile orada. On yaşındaki Melodi, dokuz yaşındaki Damla adlı dünya güzeli çocukları Türkçe ve Almancayı gayet güzel konuşmaktalar. Ben MESAM üyesi bir müzik sanatçısı olarak nota bilmem. Bestelerimi aklımda tutarak, bir aranjör aracılığı ile notalara döktürürüm. Bu iki güzel kız notaları deşifre ederek, biri piyanosu, diğeri yan flütü ile şarkıları birlikte yorumlayabiliyorlar iyi mi? Sokak çalgıcılığı yapmak bizde olduğu gibi dudak bükülecek ya da küçümsenecek bir etkinlik değil onlarda. Öğretmenleri öncülüğünde üç dört kişilik gurup kurdurarak sokakta müziklerini icra ediyorlar…
Sevgili Hilmi’nin deyişi ile orada rastgele bir ağaç kesmek insanın hayatının kayması anlamına geliyormuş. Hani biz ormanları HES, duble yol, köprü vs. gerekçelerle kökünden kazıyoruz da bir şey olmuyor ya? Orada sıkıyorsa bir ağacı kesmeye teşebbüste bulun bakalım! Ananızın kızlık soyadını soruveriyorlarmış anında…
Hilmi’nin İsviçre’ye gidiş öyküsü de tam romanlık. Kenan Evren faşist darbesinin acılarından o da nasibini almış benim gibi. On yedi yaşında ağabeyi Cemal ile otururken askerler kimlik yoklaması için kıraathaneye dalarlar. İkisinin de üzerinde kimlik yoktur, bunun cezasını da şöyle öderler; Götürüldükleri askeri karakolda ifadeleri alınan bu insanların adına görevli subay kendi kafasından ifade yazıp dikte ile kendilerine imzalatır. İfadede on yedi yaşındaki Hilmi aslında on dokuz yaşını doldurduğunu ve askere gitmek istediğini söylemektedir. Üniversite mezunu ağabeyi de er olarak askerlik yapmak istediğini beyan etmektedir sözde! İmzaladıkları için (bürokratik işlemlerin hızla bitimi üzerine) Hilmi on yedi yaşında, ağabeyi Cemal de üniversite mezunu olduğu halde artık çakı gibi birer askerdir. Ülkesinden ayrılmayı kafasına o yaşlarda koyan kardeşim büyük bedeller ödeyerek İsviçre’ye gider. Düşünün pasaportu yok, ülkeye giriş ve çalışma için izin yok! Ama bizim Hilmi dağları delen Ferhat gibi uzağı yakın eder kendine. Romanlık anılarla o gün bu gün İsviçre’nin bu güzel kasabası İnterlaken’de yaşam sürdürür…
Çalışma arkadaşları, dostları da geldi tabii bizlere ‘hoş geldiniz’ demek üzere. Manuela Rosa (Portekizli), Julia Zürcher (Ukraynalı), Monique Schwab ( İsviçreli), Réka Krizsán (Macaristanlı)… Bu içten, güzel yürekli insanlarla saatlerce mutluluğu paylaşmanın hazzını yaşadık. Onlara bağlama ile türkülerimizden örneklemeler yaptığımda hüzünlü ezgilerimizden hepsinin duygulandığına tanık oldum. Portekizli Manuela’nın yüreğindeki efkârın gözyaşı olarak gözlerinden damladığına tanıklık ettik. Ve bir kez daha teyit ettik yârimle dünyada ırkların, dillerin, dinerin, renklerin belirleyici olmadığına. Dünyada iyi ya da kötü insan tanışması altında iki türlü insan vardır hepsi bu…
Sevgili Hilmi Ağgül ile ilgili bir anekdotu daha paylaşmak isterim. Hilmi kardeşim turizm sektöründe dört yıldızlı bir otelde görev yapar. Bir gün çalıştığı otelin restoranına bisikleti ile Adolf Ogi (İsviçre Eski Cumhurbaşkanı-Birleşmiş Milletler Spordan Sorumlusu) çıkar gelir. Oturur bir başına mütevazı öğle yemeğini yer. Kardeşimin birlikte fotoğraf çektirme teklifini de kırmadan bisikletine binip işine gider. Bizdeki 1500 kişilik koruma ordusu ile ihtişamlı biçimde gezilere çıkan devlet büyüklerimizi anımsatsaydı keşke kardeşim kendisine!
Her neyse ben yine gezi notlarımıza devam edeyim…
Bu kentin hemen yakınlarındaki Alp Dağları’nın yüksek zirvelerine ulaşabilirsiniz. Avrupa’nın Zirvesi (Top of Europe) dedikleri deniz seviyesinden yaklaşık 4000 metre yükseklikteki Jungfrau’ya ulaşan tren sistemi mevcut. Yine 1306 metre yükseklikteki Harder Kulm zirvesini raylı sistem sayesinde çıkıp gezebilirsiniz. Buradan, hani tabir caiz ise Ağustos’ta bo.um dondu nakaratlı eşliğinde Alp Dağları’nı izlemenin hazzını yaşayabilirsiniz…
Kasabanın bir tarafında Aare Nehri’nin beslediği Brienz Gölü, diğer tarafında Thun Göllerini özel gemilerle gezerken rüya gibi geçen zamanın farkına dahi varamazsınız bilin ki…
Ülkemde halkımın hava sıcaklıklarından fenalık geçirdiği anlarda, serinlikten ürpererek cennetin bir parçasında gezinmenin ferahlığını yaşamak güzel inanın. Bu günlerin geçici olduğunu bilsek de, yakında gerçeklerle yüz yüze geleceğimizi çok iyi bilsek de, bu duyguları yaşamak ömrümüze ömür katmak kanımca…
Hayatın olumsuzluklarını sıkça yaşamak zorunda kaldığımız son on yılda gerçekten de hiç böyle mutlu ve kaygısız olmamıştım. Kafamın içerisindeki düşüncelerden uyku haricinde asla arınamamıştım. Ülkemin geldiği vahim durum her geçen gün yarın kaygılarına dönüşürken mutluluğu unutmuş, nefsimden adeta arınmıştım. Bir kez daha anladım ki hayat bir kerelik armağandı insanlara sunulan. Ve ben bu armağanın kıymetini unutmuştum. Ülkemin acıları ile yatıp, ülkemin sancıları ile kalkarken zamanın avuçlarımızın içerisinde eriyen bir kar tanesi gibi yok olup gittiğinin farkına dahi varamamıştım…
Rüya gibi geçen on günün ardından İnterlaken’de en son anımsadığım sahne yine tren istasyonuydu. Kardeşlerim Hilmi ve Ayşegül çifti bizleri yağmurlu bir öğle vakti trene bindirirken, ben buğulanan gözlerime yağmur kaçmış numarası yapmaya çabalıyordum. Böyle ayrılıklarda hüzün yaşasam da gözyaşımı bu hüzne asla ortak etmem. Ama bu kez incecik bir veda havası kanatıverdi içimi. Hilmi ve Ayşegül hareket eden kompartımanımızdan uzaklaşırken giderek küçülseler de özlemleri daha şimdiden büyümüştü yüreğimizde. Çaktırmadan gözlerine baktığımda, yârim de hüzün havası ile karışık parçalı bulutluydu. Gözüme çöp battı triplerinde giderek uzaklaşıyorduk sevdiklerimizden. Aralarında hiçbir sınırın, askerin, üssün olmadığı bu ülkelerin birinden diğerine hareket ediyorduk güneşin peşinden koşarak. Dağların giderek yerini düzlüklere bıraktığı bir başka coğrafyaya, ülkeye yaklaşıyorduk artık. Almanya’nın muhtelif şehirlerinin garlarında beşer onar dakika konaklayarak sekiz saatlik bir yolculuk sonunda bir başka sevdiklerimize kavuşmak üzere gidiyorduk. Almanya'nın kuzeybatısında, Kuzey Ren-Vestfalya eyaletinde Düsseldorf iline bağlı Duisburg’da bizi bekleyen Mehmet ve Songül çiftinin yanına gidiyorduk…
Bo.u ile kavga etmeyi yaşam biçimi haline getirmiş bendeniz; ne memleketimdeki yanan ateşi, ne sokak kedilerimi, ne evdeki patilerimi sorun etmeksizin ömrümde ilk kez kendim için, nefsim için geziyordum. Yârimle omuz omuza, Tanrı’nın yarattığı yeryüzü güzelliklerini korumayı görev sayan toplumların insanları ile tanışmaya gidiyordum. Her yer yemyeşildi, bu yeşilliği koruyan barışık insanlara da tabiat ana yağmur duasına çıkmalarına gerek kalmaksızın yağdırıyordu bereketi. Turist duasına çıkacak kadar muhakeme yetisini yitirmiş toplumun bu gerçeği görebilmesi, kabullenmesi uzun yıllarını alacaktı. İşte yegâne hüznüm buydu…
Bizi Düsseldorf İstasyonu’nda güleç yüzlerle, samimi yüreklerle bekleyen canlarımıza kavuştuğumuzda hava yağmurlu ve kurşuni renkte olsa da, içimizi ısıtan sevgi güneşi maviliklere ermemize yetiyordu aslında…
(Devam Edecek)