Çok uzun zaman olmuş bu tadı unutalı. Derdini, tasanı, yarın kaygılarını yaşadığın yerde bırakıp tatile çıkmayalı yıllar olmuş gerçekten de. Hoş; yârim olmasa (zorlamasa) yine de gözümü karartıp uzaklara yelken açacak durumum olmasa da, vesile ne olursa olsun ömrüme ömür kattı bu kesintisiz tatil…
Yârimin kız kardeşlerinin yaşam sürdürdüğü ülkelerde, hem soluklanmak, hem de onlarla hasret gidermek adına çıkınımızı hazırlayıp yollara düştük. Bu gezinin, dönüşümde bana köşe yazıları olarak katkı sağlayacağı aklımın ucundan geçmiyordu önceleri. Lakin daha Atatürk Havalimanı’nda ‘bir liralık simide on lira’, ‘elli kuruşluk suya da beş lira’ verdiğim an itibarı ile, üstüne üstlük bir de yurt dışında mukayese yapma şansımın da olacağını göz önüne alarak yazmam gerektiğini düşündüm. Gerçekten de bizler millet olarak karşımızdakilere tutarlı olmadığımız, kazıklamayı da ticaret olarak algıladığımız için, bugünlerde “turist duasına” çıkacak kadar dünya kamuoyuna rezil olmadık mı? O halde yaz oğlum Şinasi, birinci madde; ‘Havaalanlarında alışveriş yapmak (Allah’ın suyunu dahi almak) enayiliktir…’
Ankara aktarmalı uçuşumuz İstanbul Atatürk Havalimanı’na sürdü. İstanbul’da da zorunlu bekleyişimiz sürünce zaman doldurmak adına gezintimiz devam etti. Durum burada da aynıydı…
Nihayet kontroller sonrası uçağa binip kemerleri bağlamıştık. Giderek yükseliyor ve ülkemizden uzaklaşıyorduk artık. Panikatak olacağımı, uçakta daral geleceğini, bu iki buçuk saatlik yolculuğun bitmeyeceğini kurguladım günler öncesi hep. Bu boş kuruntularım aklımın ucuna dahi gelmedi uçuş boyunca. Yerden on iki bin metre yükseklikte, pamuk yığınlarına dala çıka ve dokuz yüz kilometre hızla güneşin peşinden koşuyorduk adeta. Güneş nereye biz oraya; iki buçuk saatlik uçuş sonrasında İsviçre’nin en büyük kenti Zürich Havalimanı’nda bulduk kendimizi. İsviçre yedi kantondan oluşan bir konfederasyon olup Zürich de bunlardan bir tanesi. Çok kalabalık hatta kaos olacağını düşünsem de, havaalanından valizlerimizi alıp pasaport kontrolünden geçmemiz birkaç dakikada bitti. En azından tepeden bakarak sorular soracaklarını, düşünmedim değil. Hatta kapris yapıp canımı sıkarlarsa Türkçe küfürler dahi edeceğime and içmiştim. Yârimin iyi İngilizce bilmesi ve pasaportlarımızın yeşil olması sanırım işimizi kolaylaştırdı. Sadece birkaç dakika sürdü bu formalitelerin tamamı. ‘Buyurun geçin’ dediklerinde böcül böcül bakakalan bendim tabii ki…
Büyük çoğunluğumuz bu kenti başkent olarak bilsek de, İsviçre’nin başkenti Bern’e gitmek üzere hızlı trene bindik hemen. Oradan on dakikalık bekleme sonrası bu ülkenin en rağbet gören turizm bölgesine yani İnterlaken’e yöneldik. İnterlaken, İsviçre’nin Bern kantonunda (orta İsviçre’de) İsviçre Alpleri’nde yer alıyor. İnterlaken (göllerin arasında) anlamına gelen adından da anlaşılacağı gibi, Thun ve Brienz Gölleri arasına kurulmuş harika bir kasaba. Ve bu kasabaya hayat veren o meşhur Aare Nehri’nin kaynağı da (yirmi kilometre ilerisindeki) Alp Dağları’nın eriyen kar ve buzlarından oluşuyor. İnanın ömrümde ilk kez bir nehrin turkuaz renkte çağlayıp aktığına tanıklık ediyorum. Hani biz Porsuk Nehrimizle övünürüz, kentimize hayat verdiğini biliriz. Kimi zaman da fotomontajla maviye dönüştürdüğümüz fotoğraflarını gururla paylaşırız! İşte bizim Porsuğumuzun üç katı büyüklükte ve gerçekten de buz mavisi renkte akan, büyülü (devasa) bir nehir bu…
Yirmi beş bin nüfusu yaz aylarında on katına çıkıyormuş İnterlaken kasabasının. Ne tesadüftür ki, gittiğimiz günlerde bu güzel kasaba bir festivale hazırlık yapıyordu. Havaalanı dedikleri bölgede binlerce özel araçla, trenlerle akın akın aktı insanlar Rock konserlerini izlemek için. O on binlerce genç bizim Türkiye’de görmeye tahammül edemediğimiz görüntüler içerisinde, konsere kilitlenmişlerdi. Birbirinden güzel ve açık saçık giyinen genç kadınlar, ellerinde alkollü içeceklerle bulabildikleri rastgele yerlere uzanıp içen genç erkekler. Hani derler ya; biri bir çakmak çaksa bu şirin kasaba havaya uçacak biçimde alkol tüketiminin olduğu bu yerde, günlerce süren festival boyunca tek ama tek bir olay vuku bulmuyor! Kimse kimseye ‘Oran buran görünüyor (neden açık saçık giyiniyorsun)’ gibilerden zırvalamak bir yana, gözleri ile dahi tacizde bulunmuyor. ‘Neden çoluk çocuğun geçtiği her yerde içki zıkkımlanıyorsun’ diye tekme tokat girişen yok! Ve bu zıkkımlanan dürzülerden bir teki ama bir teki dahi, işin tadını kaçırıp (alkole sığınıp) bir başka yurttaşı rahatsız etmiyor! Bizim memlekette iki damla alkol aldığında bile zıvanadan çıkan haddini bilmezlere, “ağzına iç ulan” diye tepki duyarız ya!
İşte burada herkes bu dediğimiz türden bu işi yapıyorlar kısacası. Şimdi anlatacağım konu nevrinizi döndürecek sıkı durun lütfen! Söz konusu bu kasabada sadece iki adet ibadethaneleri, yani kilise bulunmakta! İkisi de yan yana olup biri, Protestan diğeri de Katoliklere ait kiliseler bunlar. Kentin orasındaki bu iki devasa yapıtın içi de, son derece özenle tasarımlanmış. Bunlardan başka ibadethaneye de gerek görülmemiş zaten! Her yaştan çocuklarının eğitimi adına bolca okula gereksinim duymuşlar. Ve işte bu kiliseleri görmek adına gittiğimizde şu manzara ters getirdi bizi. Kadınlı erkekli beş kişi, kilisenin hemen önüne sere serpe oturmuş. Minik iki üç adet şarap (ya da şampanya) şişesini açıp, minik kadehlerine tanzim ediyorlar içkilerini. Yemin ediyorum ilk aklıma gelen şu oldu ve zikrettim yârime; “Bizde olsa eceli gelen it cami duvarına işer sözü ile bilindik icraata başlardık…” Ne bu akıllara ziyan (!) manzaraya müdahale eden, ne de bu manzarayı sergileyenlerden tek birinin “Heeyyyt ulan” nidasına tanıklık etmedik.
Başta Kore ve Japon halkı olmak üzere dünyanın birçok ülkesinden insan bu turizm merkezinin tadını çıkarıyor. Hintliler ve Araplar da en çok tercih eden milletlerden. Yıldızlı otellerin yanı sıra, ekonomik anlamda tercih edilen otel ve barınma mekânları ile dolu her yer. Alpler’in en yüksek (zirve) yeri bu kentin yanı başında olduğu için, kışın daha çok (kayak için) tercih edilir diye düşünüyor insan ama yazın turist patlaması oluyormuş. Ve yamaç paraşütçülüğü inanılmaz biçimde rağbet görüyor. O devasa tepeler üzerinden yere doğru bir atlayışın bedeli ise 150 Frank (bizim paramızla 450 TL). Gökyüzüne doğru başınızı kaldırdığınızda havadan yüz elli Frank yağdığına tanıklık ediyorsunuz yani. Hiçbir insan başka bir kimseye asla karışmıyor, eleştirmiyor, taciz etmiyor o ya da bu nedenden ötürü. Herkes anını yaşıyor ve kafalarında önyargı yok kimselerin. Gergin (asabi suratlı) insan hemen hiç yok. Yaşam standartlarını öğrendiğimizde alışveriş merkezlerini dolduran insanların ne denli ucuz bir hayata malik olduklarını anlıyoruz. Peynir cenneti bu coğrafyada başta peynir olmak üzere çok şey ucuz. Biz ekmeğin en alası Türkiye’de üretilir biliriz değil mi? İnanın İnterlaken’de onlarca çeşit ekmeği tattığınızda, ne kadar sığ düşündüğünüzün farkına varacaksınız benim gibi. Onlarca çeşit ekmekle yüzlerce çeşit peynir yiyerek (yanında plastik bardakla da olsa çay içerek) bir ömür geçer diyesiniz geliyor bu durumda…
Kaldığımız on gün süre içerisinde sokakta sadece üç kez kedi görebildik. İnsandan kaçmayan, korkmayan ve kostak kostak gezinen üç sevimli kedinin de sahipli olduğu söylendi zaten. Ve şaşıracağınıza inandığım bir konuyu daha paylaşıp yazıma virgül koymak istiyorum. Bu koca kasabada hiç trafik lambası yok. İlginç olan o değil, hiç kaza olmaması. Daha da ilginci, asla ve asla korna sesinin duyulmamasıdır. Bir aracın yayayı gördüğünde yüz metre öteden yavaşlayıp durmasıdır. İnsanın insana sonsuz bir saygı duyup, kuralların vicdanlarda kanıksanmasıdır…
(Devam Edecek)…