İstenmeyen son, çok üzgünüm…
Ağladım, güldüm, üzüldüm, sevindim, kısacası insana dair her türlü duygu ve düşünceyi bana tattıran; güzel dostluklar kazandıran, bunun yanında olumsuzluklar da yaşatan, kısacası hayatın gerçeklerini sunan ve bir parçası olmaktan, gurur duyduğum GATA benim gibi sevenlerinin gönlünde hep var olacaktır. Gülhane Askeri Tıp Akademili (GATA) olmak gerçekten bir ayrıcalıktır…
***
Yukarı paragraftaki sözler Emine Gençer adlı hanımefendiye ait. Kendisini gayet yakından tanıdığım bu kardeşimle yollarımız çocukluk yıllarımızdan bu yana kesişir. Polatlı Devlet Üretme Çiftliği’nde kader birlikteliği ettiğimiz arkadaşlarımdan (kardeşlerimden) birisidir. Bir kamu kuruluşu olan ve çiftçilerin çağdaş üreticiliğine önderlik eden bu kuruluşun da yerinde yeller esiyor şimdilerde! Emine kardeşim gibi daha nice tanıdığım; Gülhane Askeri Tıp Akademisi Hemşire Okulu’ndan mezun olup, askeri hemşire olarak bu çatı altında görev yapmış ve emekli olmuşlardır.
Örneğin kız kardeşim…
Örneğin çocuklarımın annesi…
Ankara’da yaşam sürdürdüğümüz o yıllarda benim bile acısı tatlısı ile nice hatıralarım vardır GATA ile ilgili olarak. Etlik semtindeki bu asker hastanesi bizim dışımızda daha binlerce insanın hatıralarını süslemeye devam da edecektir gördüğüm kadarı ile.
GATA'nın Sağlık Bakanlığı'na bağlanmasının ardından adı da değiştirildi. İsmi Gülhane Eğitim ve Araştırma Hastanesi olarak değiştirilen hastanenin tabelası da anında değiştirildi. İstanbul Gülhane Askeri Hastanesi’nin adı da, Sultan Abdülhamid Eğitim ve Araştırma Hastanesi oldu. Asker kimlikli bir başhekim, yerini türbanlı bacımıza bıraktı. Devir teslim töreninde el sıkışılarak karşılıklı başarılar dilendi. Malumunuz geçtiğimiz günlerde de ani bir kararname ile askeri okulların işlevleri sonlandırılmıştı. Kanun hükmünde kararnamelerle çok hızlı değişimler, radikal kararlar uygulanıyor artık 15 Temmuz 2016 itibarı ile. Bu süratli değişimlerle varacağımız nihai nokta neresidir hep birlikte göreceğiz elbet! Muhalefet partileri dâhil, herkesin sadece sessizce izlediği tabloda; halkla gelen düğün bayram sözü ne denli geçerlidir bunu da göreceğiz!
SİZİN SESİNİZ
Öleyim, ondan sonra yaz Ermeni olduğumu!
Sami Hazinses olarak bildik, sevdik beyaz perdede…
Esas adı Samuel Agop Uluçyan olan vatandaşımız sadece oyuncu değil, sıra dışı bir sinema emekçisiydi. Çok sayıda filmin müziğini yaptı, şarkılar besteledi. Ve bizler de ona ait olduğunu bilmeden dinledik bu şarkıları. Sami Hazinses sessizce ayrıldı aramızdan!
1925 yılında Diyarbakır’ın eski adı Pîran olan Dicle ilçesinin, eski adı Herêdan olan Kırkpınar Köyü’nde, dünyaya geldi. İlkokulu bitirdikten sonra okumadı. Kentteki Ermenilerin çoğu gibi puşicilik yapmaya başladı. Ufak tefek, ele avuca sığmaz, yanık sesli bir delikanlıydı. Müzikteki yeteneği kısa sürede dikkatleri çekti. Yirmili yaşlarında Celal Güzelses’in yönettiği Diyarbakır Musiki Cemiyeti’nin bir üyesiydi…
İstanbul’un yolunu tuttuğunda yıl 1950’ydi.
İmkânsız aşkı Gül’ü hiç unutmadı. Daha sonra yazacağı bütün şarkıları Gül için olacaktı. Diyarbakır’dan İstanbul’a gelen hemen herkes gibi hemşerilerini bulup onların kaldığı eve yerleşti. Kendisi gibi asıl adlarını kullanmayan Danyal Topatan, Vahi Öz’dü bu hemşerileri…
“Bir dilbere müptelâdır gönlüm” şarkısını ilk seslendiren o dönem yıldızı yeni parlamakta olan Zeki Müren’di.
Mümtaz Alpaslan’ın filmlerinden birinin müziğini yaptı. Bu filmde canlandırdığı kısa bir rolle de oyunculuk alemine adım atmış oldu.
Yeşilçam’da hatta dünya sinemasında benzerine pek rastlanmayan bir figür olarak kalacaktı 40 yıl boyunca. Bir yandan küçük rollerle ekmeğini kazanırken bir yandan da film müzikleri yapıyor, şarkı sözleri yazıyor, besteler yapıyordu. Bestelediği eserlerin bir çoğu kısa sürede popüler oluyordu. Bunlardan bugün en bilinenleri Sevim Tanürek’in (trafik terörüne kurban giden sanatçımız) seslendirdiği, “Derdimi kimlere desem” ile Müslüm Gürses ve İbrahim Tatlıses’in de söylediği “Yeter Ağlatma Beni”dir. 40 yılı aşkın sinema yaşamında kaç filmde imzası olduğu tam olarak bilinmiyor. Bine yakın filmi olduğunu söyleyen bile var!
Yeşilçam’ın da, bestelediği şarkıları severek dinleyen bu halkın da hiçbir zaman farkına varamadığı bir değerdi Sami Hazinses. Başoğlan ya da başkarakterlerin alkışlandığı, şakşakçılıkta yarışıldığı ülkemde insanlar üretenlere asla değer vermeyi akıllarından geçirmediler. Güce tapan toplumların, hele ki altı yüz küsur yıl “çok yaşa padişahım” nidaları ile iki büklüm olan bu toplum kendi içindeki değerlerin gönlünü almayı, takdir etmeyi hiç istemedi. Çünkü işin en kolay yanıydı güce tapmak…
Sadece Sami Hazinses değildi ki vefasızlıktan nasibini alan! Nazım Hikmet Ran bir dünya şairi. Mahzuni Şerif desen bu ülkenin dağlarına taşlarına türkülerini dinletmiş bir ozan. Gidelim ta bin altı yüzlü yıllara! Pir Sultan Abdal denen bir yiğit var türküleri, şiirleri günümüzde aynı değerini koruyan. Halk ozanlarının piri! Şaha, padişaha karşı dik durmuş, yağdanlık etmemiş ve yüzünü hep halkına dönük tutmuş bir yiğit…
Bu halkın büyük bir bölümü yedi kuşak öteden bu vefasızlığı yaşam biçimi olarak kabullenip onlara da aynı riyakârlığı yapmamış mıdır?
Ne dersiniz?
OZANCA
Âşık Veysel, Karacoğlan, Pir Sultan Abdal
Dadaloğlu, Yunus Emre, Nazım Hikmet Ran
Nice ozanlar yeşerttin ey güzel vatan
Türkü türkü Türkiye’mi anlatan…
Anadolu’m, Anadolu’m sevgili yurdum
Sende doğdum, yaşadım, sana vuruldum
Gurbet gezdim, ayrı düştüm, kahır çektim
Cemre düştü yüreğime, sevgiler ektim
Karış karış toprağına sevdalandım ben Anadolu’m… Şinasi KULA