Prof. Dr. Cengiz Türe yazdı
Bu haftaki yazımın başlığını Ian McEwan’ in ilk kez 1978 yılında yayımlanan bir romanından aldım. Kitabın adını duyunca, ülkemizde giderek yaygınlaşan ve mimari estetikten yoksun, yüksek beton bloklara sahip olmaktan beslenen “prestij psikolojisinin” ele aldığını düşündüm.
Algıda seçicilik bu olsa gerek, adı beni etkiledi… Romanın içeriği olmasa da, başlangıcı benim plansız betonlaşmanın yol açtığı çarpık kentleşmeye ilişkin duygularıma hitap ediyordu…
Roman, eski evlerin yıkılıp gökdelenler için yer açıldığı bir mahallede, büyük oğlu ile birlikte bir babanın, evlerinin büyük bahçesini çamurdan kurtarmak adına beton bir bahçeye dönüştürme çabasıyla başlıyordu...
Yani büyük beton binaları görünce, betonlaşmayı medeniyet sanarak, topraktan kurtulma çabası!...
İnsanoğlu var olduğu zamandan beri bir takım şeylerin inşası içindedir. Elbette barınmak ya da kapalı çalışma alanları oluşturmak insanlar için önemli bir ihtiyaçtır…
Ancak, şehirlerin sınırları içerisinde kalan tüm toprak yüzeyin, ekolojik ilkelerden ve mimari estetikten yoksun bir şekilde betonlaştırılması veya inşaat alanına dönüştürülmesi, ne geçmişte ne de günümüzde medeniyet göstergesi olarak görülmemektedir.
Sanat tarihçisi ve İslâm Sanatı uzmanı Oleg Grabbar “İslâm Sanatını Düşünmek” isimli kitabında ilginç bir noktaya dikkat çekerek; “ Eskiden Müslümanlar bir şehri övmek istedikleri zaman binaları değil, o şehrin yetiştirdiği alimleri överlerdi ” diye aktarıyor, yazar…
Yani, sadece binalar inşa etmekle, medeniyetin inşa edilmediğini söylüyor, atalarımız…
Ancak bir kentin medeniyet seviyesi, illaki bina stoku üzerinden değerlendirmeye tabi tutulacaksa, sadece beton blokların geniş alanları kaplama oranına değil, o blokların ortaya çıkmasında; eğitim, bilim, kültür, mimari, sanat, sağlık ve estetik gibi değerlerin işin içerisine ne oranda katıldığına da bakmak gerekli, sanırım…
Beton bloklar arasında insanı kaybetmemek uğruna…