Baba çınar ağacı gibidir. Meyvesi olmasa bile gölgesi yeter.
Babalar soğuk görünür ama sıcaklığı öldükten sonra bile hissedilir. (Anonim).
Tüm babaların babalar günü kutlu olsun! Yitirdiklerimizi rahmetle hayattakileri saygıyla anarak…
Sevgili babacığım,
Sen gideli yıllar mı yıllar oldu. Nice yıllar geçti nice yıllar… İlk hatırladığım senden şu: Daha ufacıktım. İkide bir de bir kulplu cam bardağı kırdığımı hatırlarım. Hiç ama hiç ötelemeden yeni kulplu bardağın alındığı dün gibi…
Her sabah okula giderken ‘yinbeş’ yani yirmi beş kuruş verişini hiç unutmam. O zamanlar babaların paralarının hiç bitmediğine inanırdım. Sen benim Babam Bank’tın. Tüm babalar yemezdiniz yedirirdiniz içmez içerirdiniz…
İlkokulda evde artık benim dışımda kimsenin kalmadığı günlerde “Gel bakalım ne öğrenmişsin?” deyip aklın erdiğince, gücün yettiğince toplama, çıkarma, çarpma ve bölme öğrettiğin, problemleri çözmeye çalıştığımız hala dün gibi… Bir de tıraş olduğunda sana elimi sürdüğüm, beni okşadığın…
Ülke ve yurt sevgisini senden öğrenmeye başlamıştım, senden!
Devletin malına sahip çıkmamız ve işimizi doğru dürüst yapmamız gerektiğini de…
Elimizdekini tutumlu kullanmak, kağıtların arka tarafını müsvedde olarak kullanmak da…
İnançta, dinde namazın ve orucun şekil, biçim olduğunu aslında gerekli olanın ahlak olduğunu da…
Ezbere Kur’an okurdun. Ramazan aylarında topluca evdekileri hatim duasına katardın. Hiç ben Cuma’ya gidiyorum havasına girmezdin. Çaktırmadan namaza giderdin ya da kaza yapardın.
Sendikalıydın. Onu Bülent Ecevit’e borçlu olduğunuzu yinelerdin. İş yerinde politika konuşmazdın. Sorunlara ve çözümlerine çok yönlü bakardın. Ben kendimi bildiğimde sıkı bir Karaoğlan Ecevit severdin. Övünerek Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Erzurumlu olduğunu söylerdin. Bunu Mustafa Kemal’in Erzurum Kongresi’nde delege olması için Erzurum nüfusuna kayıtlı olduğu anlamında söylediğini yıllar sonra anlayabilecektim.
Son yıllarda yakalandığın amansız hastalık bizleri çok üzmüştü. Candın, gıdım gıdım eriyordun. Artık zor günlerindi. Biz sevenlerin çok üzülüyorduk.
Aslında sizlerle giden saf ve temiz inanç, ülke ve yurtseverlik ile o güzelim Anadolu insanının saflığıydı.
Sizlerle giden fedakârlıktı.
Sizlerle giden merhametti.
Sizlerle giden yemeden yedirmeyi bilmekti.
Sizlerle giden ne pahasına olursa olsun ülkem güzel olsun diye çırpınan toplumculuktu.
Sizlerle giden önce ülkem, önce memleketim fikriydi.
Sizlerle giden gelenekti, iyilikti, iyi ahlaktı, paylaşmaktı.
Sizlerle giden sert yüz ve mizacın arkasında gizlenmiş içten sevmekti.
* * *
Cumhuriyeti kuranların Cumhuriyeti teslim ettiği muhteşem bir kuşaktınız. Çoğunlukla Ulusal Kurtuluş yıllarında dünyaya gelmiş, İkinci Dünya Savaşı’nda defalarca askere çağrılmış, ilk defa şehit verilmeyen kuşaktınız. Arapça yazmayı bilen yeni alfabeyi öğrenmiş çoğunuz ilkokul diplomasını dışardan bitirme yoluyla almıştınız. Nice yaban ellerden gelmiş, altmışlarından epey gün almıştınız benim sizi şöyle böyle anımsadığım yıllar.
Anadolu bozkırlarında ülkenin devletçilik ilkesi ile köylüye örnek olsun diye kurulmuş Polatlı Zirai Kombinasında yurdun değişik yöre ve kültürlerinden gelmiş koca koca çınarlardınız benim için. Ben kendimi bildiğimde işletme artık Polatlı Devlet Üretme Çiftliğiydi. Anadolu bozkırında taşlıktan bataklıktan ekilemeyen topraklarında siz ve sizlerden öncekilerin olağanüstü özverili çalışmaları ile bir uygarlık yaratmıştınız. Ne zaman aklıma gelse şöyle düşünürüm. Aynı yıllarda zirai kombinalardaki anlayış, ideal ve ruhla köylerde çalışılmış olsaydı, köylerimiz 1960’larda her birinde elektrik; evlerin de çeşmeden akan suları olacaktı inanın... Nihayetinde tarımsal üretimin katlanacağı da açıktı. Ancak biz küçük Amerika’ya benzeyelim diye savrulmuştuk adım adım…
Neler vardı, kimler vardı; anılar anılar…
İşletmeyi benim anımsadığım iki üç dönemde müdür kim olursa olsun aslında ağalar, dayılar ile çavuşlar yönetirdi. Bu yönetim bilim açısından aslında kurumsallaşmaydı. Bir yandan da işi ehline verin demek olan yeterlilik veya liyakat düşüncesiydi. İşyerinin aynı zamanda mektep olduğu, işin iş içinde öğrenildiği kurumlardı babamgillerin döneminde işletmeler. Bir bakıma politeknik okullar gibiydiler işletmeler. Dayılar vardı; Mahmut Dayı, Mustafa Dayı, Oyacalı Ahmet Dayı… Şaban Ağa, Aziz Ağa… Fahri Usta, Ali Çavuş, Hamdi Çavuş ve Karademir… Ülkenin değişik köşelerinde dünyaya gelmiş, bir olasılık baba ve dedeleri cephelerde can siper hane mücadele vermişlerin çocuklarıydı. Heybetli duruşları vardı. Boylu bosluydular ve temiz, ekonomik giyimliydiler. Sümerbank ayakkabı, yakası değiştirilebilir gömlek… Her gün sinek kaydı tıraşlıydılar.
Şaban Ağa heybetli mi heybetli! Harmanda bir avuç buğdayın yere dökülmesine izin yok! Sabah çalış, akşam çalış, öğlen çalış, akşam yatsı sürekli çalış. Disiplin timsali… Balkan göçmeniydi. Rauf İnan gibi duruşu vardı, yüreği yurt sevgisi ile dolu… Orhan Kemal’in Murtaza’sı gibi… Almıştı ders, görmüştü kurs… İşi gücü çalışmaktı…
Bekçi Başı Aziz Ağa’ya yaklaşmak mümkün değil. Hayatta on metre yaklaşamadım rahmetliye. Heybetli, sertti ama inanıyorum ki naifti.
Haymana Oyaca köyünden Oyacalı Ahmet Dayı işletmenin tarla ve diyanet işlerinden sorumlu devlet bakanı gibiydi. Ne zaman işletme camisine imam aransa, Oyacalı Dayı köylerden birini bulur getirirdi. İşletmenin gizli örtük müdürüydü sanki.
Mustafa Dayı telefondan sorumlu şube şefi sanki… Bir ömür candan… İşini hiç aksatmayan naif Erzincan Kemaliye’den can insan… Öz dayımız gibiydi rahmetli…
Gariplerim ne mesai bilirlerdi ne yorulmak ne kötü niyet. Dertleri vardı, ülke iyi olsun! O yıl ekin iyiyse dertleri olmaz, moralleri yükselirdi. İşletmenin toprakları babalarının malı gibiydi. İşletmeyle ağlar, işletmeyle gülerlerdi. Bir dertleri de çocuklarının hatta torunlarının okumalarıydı. İşleri güçleri çocukları okusun ve her şey çocuklarının adam olmaları içindi. Adım adım artık liseliler çoğalmaktaydı o yıllar. Daha iyi bir yaşam, daha bir gelecek için yükseköğretim gerekliydi artık. Ancak yükseköğretim taleplere yanıt verememekteydi.
Lise mezunları iyice çoğalıyor yükseköğretime talep artıyordu. Yoksul halk çocuklarının eğitimden yararlanma isteklerinin arttığı, sosyal bilincin yükseldiği yıllardı.
Bakın siz rahmetlilerin dünyasından bugüne neler neler…
* O günlerde üniversiteler azdı ama güçlüydüler. Üniversitelerin toplumda bir ağırlığı vardı. Üniversite senato kararları toplumda haber olurdu. Kuşkusuz öğrenci olayları ile ilgili nice yanlışlar, doğrular ve tartışmalı konular vardı.
* Kullanılan eğitim teknolojisi sanki yok gibiydi. Karatahta, tebeşir, teyp en fazla dil laboratuvarı ile belki fen laboratuvarları… Bugün iletişim ve bilişim teknolojisinde gelinen noktanın tartışmasız ileri olduğu açık…
* Üniversitelerin daha özerk olduğu ancak o dönem gazeteler incelendiğinde bu konuda kimi yanlışların yapıldığı da bir gerçeklikti.
* Üniversitede okumak, kendini kurtarmak demekti. Üniversite mezunlarının istihdam sorunu yok gibiydi.
* Üniversite ve akademisyenlerin toplum içinde saygınlığı daha bir başka yetkindi ve ses getiriyorlardı.
* Öğrencilerin sosyal ve politik duyarlılığı yüksekti ancak öğrenci olaylarının giderek çok farklı noktalara evrildiği de bir başka gerçeklikti…
Çıkarımlar öneriler
Rahmetli Kemal ağabeyim çok söylerdi. Olmuşla ölmüşe çare yoktur. Ne yapacağımıza bakalım. Bu, bir bakıma ders çıkaralım demekti kuşkusuz. Bakın hangi dersler!
* Üniversite özerkliğinin hukuksal metinlerde olması özerklik için yeter değildir. Özerklik sosyal, ekonomik ve politik yönleriyle bütüncül bir sorundur ve kurumsal kültürün bir parçası olmadıkça pratik değeri olmayacaktır (Oran, 1990).
* Üniversitelerin tüm bileşenleri birlik ve dayanışma içinde olmalıdırlar. Kişisel çekişme ve farklılıklardan yararlanarak “parçala, böl, yönet” yoluyla üniversiteler akademik olmayan noktalara savrulmuşlardır.
* Güçlü rektör, güçlü üniversite demek değildir. Güçlü rektörün otoriter ve biatçı bir yapıyı oluşturmakta olduğu bir gerçektir.
* Akademik özgürlük olur olmazı konuşmak, yazmak ve çizmek özgürlüğü değildir. Akademik özgürlük, mesleki ahlak gerektirir (Aydın, 2019).
* Üniversiteler mesleki eğitim ve öğretimin niteliği açılarından iyi sınav vermemektedirler.
* Öğretim üye yetiştirme ve yükseltmelerde öğretim faaliyetlerine farklı bir değer verilmesi tartışılmalıdır. Eğitim öğretim ve akademik yapı yeniden yapılandırılmalıdır (Günay, 2019).
* Üniversitelerin araştırma ve öğretim ağırlıkları açılarından bir iş bölümü yapılması araştırılmalı ve tartışılmalıdır.
* Demokratik ve etik kurumsal gelenekler geliştirilemezse üniversiteler prestij yitireceklerdir. Hiçbir akademisyenin buna müsaade etmesi mümkün değildir.
* Akademik eleştirel yaklaşım ve bakış, siyasetteki gibi muhalefet yapmak değildir. Bu üniversitenin hem siyaset kurumu karşısında güç yitirmesine neden olmakta hem de ahlaki olmamaktadır.
* Slogancılıkla hiçbir sorun çözülmemiştir. Sloganlaştırılan doğru değerlerin teorik sağlam alt yapısı olması ve pratikte ete kemiğe büründürülmesi bir gerekliliktir.
* * *
Babalarımız da üniversitelerimiz de candır onlara sahip çıkalım.
KAYNAKÇA
Aydın, İ. (2019). Akademik etik. (2. Baskı). Anakara: Pegem Akademi.
Günay, D. (2019). Türkiye’nin üniversite sorunu trajik bir yolculuk. İstanbul: Büyüyenay Yayınları.
Oran, B. (1990). Üniversite nedir ne değildir Türk Üniversiteleri ve YÖK. Erişim Adresi: https://dergipark. org.tr/en/download/article-file/36606