Anne Funda Ceylan, baba Murat Ceylan!
Birbirini severek evlenmiş iki güzel insan.
Hayatın acıları ve açmazlarına rağmen yüreklerinde hala bir umut ışığı olan ve bu ışığı gözlerinde yansıtan iki genç anne baba…
Anne Funda Ceylan 27 yaşında ve ilk defada dördüz dünyaya gelen bebeklerine kendini adamış. Bir resmi kurumda asgari ücretle çalışıyor. Baba Murat Ceylan da keza aynı yaşta, asgari ücretli bir işçi olarak evinin ekmeğini kazanıyor. İkisi de yaşları genç olmasına rağmen, hayatın yüklemelerinden ötürü erken olgunlaşmışlar. Evlenirken (yani daha çocukları dünyaya gelmeden) kredi çekerek bir ev alıyorlar. Ama nereden bilsinler ki dördüz bebekleri olacağını?
Ne bilsinler ki hayatın böylesine büyük bir sürprizi ile karşılaşıp abandone olacaklarını…
Buraya kadar “her şey Allah’tan”, “abartacak bir şey yok” deyip yazımda ilginçlik bulamayabilirsiniz ama zaten tam da burada başlıyor hikâyemiz işte…
Dördüzlerden üçü dünya güzeli kız.
Biri de yakışıklı bir erkek, adı Kayra.
İşte şanssızlık faktörü Kayra’yı buluyor bu serüvende.
Doğum anında hastanede başlıyor şanssızlık.
Kuvözde kalıyor iki ay boyunca. İşte bu kuvözde kalma anında sarılık komasına giriyor Kayra’mız. Üç sefer kanı değiştiriliyor. İşte bu kan değişimi anında “beyindeki kaslara hükmeden hücrelerin öldüğü” açıklaması yapılıyor aileye. Ailenin dördüz mutluluğu birden hüzne ve çaresizliğe dönüşüveriyor. Beyinde kaslara hükmedememe gerçeği ile birlikte kemikler uzuyor ama kaslar gelişemiyor, kısacık kalıyor. Devletin bu acıya derman olmak gibi hiçbir açık kapısı yok nedense! Nice Suriyeli mültecilere her ay belli miktar para bağlayıp maaş gibi ödeyen benim ulu devletim, kendi vatandaşının acısına ortak olamıyor. O gerekçeyle, bu mazeretle kanunlar kılıfında namümkün kategorisine koyup “haydi başka kapıya” diyor. Başka kapı da özel hastaneler oluyor tabii. Anne baba merhamet dolu yürek taşırsa gerektiğinde kanlarını, gerektiğinde böbreklerini dahi feda edebilir evladı için. Her şartı zorlayıp özel hastanede periyodik biçimde sağlık hizmeti alıyorlar evlatları için. Her seferinde (bir botoks süreci) 3000 TL para ödeyerek bu hizmetten yararlanıyorlar ama! Tuzu kurular için, “haydan gelen huya gider” zevat için sözünü ettiğimiz bu para sevgililerine aldıkları cins köpeklerin aylık bakım ve mama parası elbet. Tabiri caiz ise bahşiş parası! Ama asgari ücretli iki emekçi için deli para deli…
Bu tedavi süresinin üç beş ay olmadığını da belirtelim hemen.
On altı, on yedili yaşlara dek süreceğini söylüyor doktorları…
Çok iyi anımsıyorum; bu dördüzlerin dünyaya geldiği tarihlerde nice siyasi, politikacı, merkezi yönetici çocuklarla aynı karede görünmek adına şirinlikler yaparak pozlar vermişlerdi. Anne babaya sordum “nerede peki bu zatı muhteremler” diyerek. Anne baba mahcubiyet içinde şu yanıtı verdiler: “Hocam bunların içinde sadece Tepebaşı Belediye Ahmet Ataç dördüzlerimizin bir yıl boyunca belli gereksinimlerini sağladı. Bir yılın sonunda bu yardım da kesildi. Ahmet Ataç bir yıl da olsun yardımda bulunda ama onun dışında hiçbir Allah’ın kulu kapımızı çalmadı…”
“İş adamlarından yardım olmadı mı” diye soracağımı sandınız değil mi saygın okurlar? Hayır, asla sormadım sormam da! Çünkü Eskişehir’de kazanıp İstanbul ya da yurt dışında harcayan muhteremlerin böylesi konularda kıllarının kıpırdamayacağını iyi bilirim bir Eskişehirli olarak. Eskişehirspor konusu en güzel örnek değil midir zaten? Ne denli birlik beraberlik sağlanır bu kentte, iş adamları ne derece kenti adına ellerini taşın altına koyarın fotoğrafı net görünmüyor mu? Laftan öte bir nanenin üretilmediği bu kentte, belirli kişilerin yüzü suyu hürmetinedir kentin saygınlığı ve sempati yüksekliği gerisi lafı güzaf…
“Peki” dedim gençlere; “hani sürekli üç çocuk telkini yapan, hatta sonraları bu söylemini değiştirip çocuk sayısını beşe çıkaran Recep Tayyip Erdoğan’a durumu aksettirseydiniz ya!” Baba Murat Ceylan acı acı gülümseyerek şu yanıtı verdi; “Hocam kendilerine yolladığım mektuplar hiç açılmamış halde adresime geri iade edildi.” İşte cümlenin sonundaki edildi kelimesinin hemen bitimine sırıtan ablak suratlı bir ikon yapıştırmak istedi gönlüm ama bunu sadece sosyal paylaşımlarımızda özgürce kondurabiliyoruz…
Eskişehirli dördüzlerin çığlığını bir garip Orhan Veli olarak hem televizyon programımda, hem gazete köşemde kamuoyuna yansıtmak adına elimden geleni yaptım. Gerisi siz Eskişehirlilere düşer!
SİZİN SESİNİZ
Kediye kaynar su döken mekân sahibi!
Bir mekân sahibinin, kendisi ile ilgili köşe yazımdan sonra sosyal paylaşım sitelerinde tepkiler gördüğünü öğrendim. Bunun üzerine kaynar su ile haşlanan masum kedinin sahibesini “sen infiale neden oldun” gerekçesi ile mahkemeye verdiğini öğrendim. Hakkıdır tabii ki versin ona sözümüz yok. Ama bilmediği bir konu var bu kişinin…
Canı yakılan kedi sahipli, karnesi varmış yani. Türk Ceza Kanu’na göre sahipli hayvanlar mal olarak kabul edildiğinden 3 aydan 4 yıla kadar hapis cezası ile yargı yolu açık oluyor. Sahipsiz bir kedi olsaydı maalesef 5199 sayılı HKK’na göre bu eylem kabahat sayılacak ve sadece Orman Su Müdürlüğü tarafından idari para cezası uygulanacaktı. Kedinin sahibesi hanımefendi zaten olay anında (yani karşı taraftan önce) şikâyetçi olmuş bunu yapanlardan. İşin trajikomik yanı da şu; sosyal paylaşım sitesinde böylesine acıları paylaşan insanlara kendisine avukatım diyen biri agresif tavırlarla uyarılarda bulunuyor! Siz ne hakla bir işyerini böylesine zan altında tutarsınız diyerek! Kendisine hayvan koruyucuyum diye lanse eden biri de(!) mal bulmuş mağribi gibi bu söze destekçi olup onu savunuyor. Madem avukatsın, madem mağdurdan yana değil tam tezat savunuyorsun bu da senin hakkındır. Hakkın olmasına hakkındır ama mahkemede taraf olduğun kişinin avukatlığını yapabilirsin ancak! Sosyal paylaşımlarda acıyı paylaşan insanları; “avukatım adaleti temsil ediyorum” gibi gerekçelerinle etkilemek, rest çekmek hakkını nereden buldun diye sorarlar doğal olarak…
Allah’tan mağdur hanımefendi olay anında polis çağırmış ve şikâyetçi olmuş. Gerekli biçimde veteriner kliniğinden kaynar su döküldüğüne dair rapor da almış. Hani hem suçlu hem güçlü diye bir deyim vardır bilirsiniz. Akıllı davranıp olayı polise yansıtmasaymış, delil (rapor) olmasaymış, haklıyken haksız konuma düşecekmiş adeta!
OZANCA
Kimler gelip geçmedi ki bu handan
Boşaldı bir yandan doldu bir yandan
Gelen göçer mutlak fani cihandan
Ne bu telaş ne bu tamah ne bu hırs… Fikret DİKMEN