Türkiye, akılcı ekonomik politikalardan uzaklaştıkça yoksulluğu derinden hissetmeyi sürdürüyor.
“Dünyayı etkisi altına alan pandemi, tedarik zincirinin bozulması, ülkelerin kamu kaynaklarını vatandaşına seferber etmek zorunda kalmasıyla ortaya çıkan enflasyon” gibi ekonomik dengeleri sarsan olaylar zinciri Türkiye’yi teğet geçmedi.
Türkiye, akılcı ekonomik politikalardan uzaklaştıkça yoksulluğu derinden hissetmeyi sürdürüyor.
“Dünyayı etkisi altına alan pandemi, tedarik zincirinin bozulması, ülkelerin kamu kaynaklarını vatandaşına seferber etmek zorunda kalmasıyla ortaya çıkan enflasyon” gibi ekonomik dengeleri sarsan olaylar zinciri Türkiye’yi teğet geçmedi.
Türkiye sadece bununla ilgili sorunları yaşamadı kuşkusuz…
Her fırsatta kendini “ekonomist” olarak tanımlayan Cumhurbaşkanı ve AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, son 2 yıldır “faiz neden, enflasyon sonuç” teorisinde ısrar etmesi, yani rasyonel ekonomi politikalarıyla ilgisiz bir savın peşinde koşması, pandemiden daha ağır bir faturayı 84 milyonun önüne koydu.
2020 yazında döviz kurlarındaki artışı tutabilmek için Merkez Bankası’nın 128 milyar dolarlık rezervini eritip, bugün eksi 60 milyar dolara yakın bakiyeye gelmesinde…
Takas paralarla (swap) en ufak bir boşlukta yükselmek için fırsat kollayan şoklu döviz kuru ortamının yaratılmasında hesabı kime soracağız, faturayı kim ödeyecek?
Tartışmalı Türkiye İstatistik Kurumu verilerini ciddiye alıp buna göre hesap yapan sadece devletin ilgili organları kaldı.
İşçisinden emeklisine, asgari ücretli emekçiden memura kadar herkes yıllık yüzde 100’ün üzerinde seyreden bir hayat pahalılığı gerçeğini yaşıyor.
TÜİK ise yüzde 50 enflasyon açıklaması yapıyor.
Şunu bir yere not edelim.
Ekonomi hayatın gerçeğidir.
Ekonomik rahatlık olmadan ne ülkede, ne ailede ne de iş yerinde huzur olur.
Bugün eğer Cumhurbaşkanı Erdoğan bir sıkışmışlık yaşıyorsa…
Sebebi ayarını bozduğu ekonomidir.
Liyakatsız kadroları iş başına getirmesidir…
Kutuplaştırıcı siyasal iklim yaratmasıdır…
Asgari ücretli, emekli, memur ve işçinin yani toplumun hemen hemen her kesiminin hayat pahalılığı karşısında ezilmesi, her geçen gün yoksullaştığını derinden hissetmesidir…
Depremin yaralarını sarmakta gecikmesidir…
Yanlış yapan beceriksiz yöneticileri görevden almayı “zafiyet göstergesi” olarak görmesidir…
Mevcut durumun devam etmesi durumunda hiçbir şeyin değişmeyeceğine olan inancın yaygınlaşmasıdır…
Harb-İş işçilerinin önceki gün Köprübaşı’nda yaptığı eylemde, Türk-İş ve Hak-İş’in hükümete yaptığı “ilk 6 ay için yüzde 45 zam ve yüzde 15 refah payı” teklifinin yetersiz olduğu dile getirildi.
Harb-İş Şube Başkanı Hasan Atak, “Bu yetersiz rakamlara rağmen hükümet cevap vermemiştir. İşçiler açısından büyük belirsizlik devam etmekte işçilerin temsilcileri sendikalar bile maalesef açıklama yapamamaktadır. Kamu çerçeve protokolünün bir an önce imzalanması ve Türk-İş'in taleplerinin tavizsiz hayata geçirilmesi için üretimden gelen gücün kullanılmasını talep ediyoruz” dedi.
Eylemin sonunda işçiler boş cüzdanlarını yerlere fırlattı.
Bu cüzdanları yollara fırlattıran durumun rakamsal karşılığı da var tabii ki.
İş gücü ödemelerinin milli gelirdeki payı 2021'de yüzde 30,1 iken 2022 yılında yüzde 26,5'e geriledi. 2020'de emeğin payı yüzde 33,1 idi.
Yani sürekli emekçi kesimin cebinden eksilmiş, eksilmeye de devam ediyor.
“Çalışanın hakkını alnındaki teri kurumadan vereceksin” diye dille pelesenk olmuş bir söz vardır bilirsiniz...
Eğer bundan kaçarsanız emeğin gücü siz istemeseniz de sözleşme masasına oturtur…
Tarih bunun örnekleriyle doludur…
Benden söylemesi…