Soner Yüksel yazdı
Ben fazla profesyonelliğe pek inanmam. Daha doğrusu o seviyeye gelmiş birinin insanı duygularının pek çoğunun köreldiğini ve faydacılık adına her şeye, herkese politik davranmak zorunda kalmanın karakter adına erozyona yol açtığını düşünürüm.
Duygu, öfke, mutluluk, keder, kahkaha, gözyaşı ve gerekirse tepki. Bunlar bana göre samimiyetin yansılarıdır ve üst düzey yöneticilerden, siyasetçilere, sporculardan, gazetecilere kadar herkeste olması gerektiği düşünürüm. Olmayanlar bana çok yapmacık gelir, hatta bazen korkutur.
Bu yüzden bazen özellikle siyasi arena da, bazı isimlerin çok profesyonel olması, her şeyi yutması, her şeye susması, birileri onu nirengi alıp istediğini konuşurken, o iddialara muhatap olan isimlerin ses çıkarırsa yakışık almayacağı gibi bir kanaat var.
Evet, belki her söylenene, her iddiaya, her lafa bir cevap vermek ve gündemi bununla meşgul etmek pek doğru olmayabilir. Amma velâkin bazen biriken bazı şeylerin bardaktan taşması, sese bürünmesi de bence son derece doğal, normal ve üstüne üstlük insanidir. İnsanı en çok isyan ettiren yapmadıklarının yapıldı gibi lanse edilmesi, yaptıklarının ise engellenmesi ya da yok sayılmaya çalışılmasıdır. Bu yüzden Bazen Ahmet Ataç’ın sert diye tabir edilen çıkışlarını çok garipsemiyorum. Hatta onun yerinde olmak istemezdim, sabretmek çok zor bir iş dediğim günler ve olaylar da duyuyor ve görüyorum.
Belki Ataç’ı mindere çekmek için, belki özellikle kızdırmak için yapılanlar da var muhakkak ve bu konuda dikkatli olunmalı ama arada bir taşanları da, taşıranlara sormak lazım değil mi?
Bence İhmal önceliği TCDD’de değil
Geçtiğimiz günlerde henüz 16 yaşında gencecik bir kızımız hayatını kaybetti. Yük treni üstünde fotoğraf çektirmek isterken kapıldığı yüksek akım onu hayattan kopardı. Olayın ardından bir ihmal olup olmadığı da tartışılmaya başlandı.
Sevgili Cihan Yıldırım ve Deniz Çağlar Fırat’ın kanaati TCDD’nin ihmali olduğu yönündeydi. Ben ise sevgili arkadaşlarımdan kısmen farklı düşünüyor ve öncelikli İhmal’in bizlerde olduğunu düşünüyorum.
Yapılacak duvar, uyarı yazıları, bir takım işaretler’in adım başı olsa bile bunları dikkate alan, kurallara uyan ve tehlikeden kaçınan bir toplum olsak belki tüm yazılanlara eyvallah. Ancak ve ancak aklımıza koyduğumuzu yapma konusunda ne kadar ısrarcı ve korkusuz olduğumuzu nice üzücü örnekle tatbik etmemize rağmen bundan vazgeçmeyen bir toplumuz biz.
Tüm bunların olmaması için ya da çok az yaşanması için tüm hattın km’lerce 5 metrelik duvarla kapanması, dere kenarları ve sulama göletlerinin etrafına barikatlar yapılması, elektrikli tel örgüler ve 100 metrede bir nöbetçiler koymamız gerekir.
Oysaki daha kucağımıza aldığımız ilk günden, eğitim hayatının temeline kadar çocuklarımıza sorumluluk bilinci ile sıradan müfredatın dışında biraz da yaşama dair öğretiler yüklesek. İyi’ye kötü’ye tehlikeye, yasaklara karşı sorumlu insanlar yetiştirsek. O trene yaklaşan çocuk orada başına ne gelebileceğini, sulama göletine girmeye kalkarsa nelere yol açabileceğini kötü bir olay yaşanmadan biliyor olsa çok şey değişirdi. Ne tellere, duvarlara ne de uyarı levhalarına bu kadar gerek kalmazdı.
Elbette tedbirler alınsın, fiziki barikatlar ve uyarılar olsun ama önceliğimiz bu olmamalı. Bunlar olduğunda bile yaşanabilecekleri engellemek için ve o duvarlara ihtiyaç duymayacağımız günler için kendi içimizdeki ve eğitim sistemindeki duvarları yıkmamız lazım.